Türkiye’nin iki yüzyıla yakın batı dünyası ile entegrasyonu hedefinden uzaklaşma çabaları istikrarlı şekilde artıyor. Avrupa Birliğine tam üyelik amacından uzaklaşmaya paralel olarak, evrensel insan hakları ve hukukunu umursamama tavrı da ivme kazandı. İktidar siyasetinin son yıllarda neredeyse kurumsallaştırdığı hukuk tanımazlık tutumu, diğer yoğun gündem konuları arasında kendisine fazla yer bulamıyor. Daha önce de birçok yazımda üzerinde durduğum demokrasi ve hukuktan uzaklaşma meselesini son gelişmeler ışığında tekrar ele almaya çalışacağım.

Osman Kavala’yı her şeye rağmen içerde tutma inadı, iktidarın hukuk ve vicdan tanımazlığının en bariz nişanesi haline geldi. Türkiye, Osman Kavala’yı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına rağmen ısrarla tahliye etmeyerek Avrupa Konseyi tarihine geçmiş oldu.

AİHM son kararına çok nadiren yaptığı şekilde bir yorum ekleyerek, verdiği kararının gereğinin Kavala’nın serbest kalması ve ayrıca beraat etmesiyle ancak yerine getirilmiş olabileceğini belirtti. Yani sadece tahliye ile de kararın gereği yerine gelmiş olmayacak, beraat de gerekiyor.

AİHM kararlarının yerine getirilmesini denetlemekten yükümlü kurum Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi. Bu komite son olarak, Türkiye’nin Kavala hakkındaki “AİHM kararını ihlal süreci” dosyasının AİHM tarafından değerlendirilmesi yönünde karar aldı. Söz konusu kararın uygulanmaması durumunda, Türkiye AİHM tarafından suçlu bulunan ilk ülke olacak. Sonrasında ise Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin yaptırım uyguladığı ilk ülke olarak tarihe geçecek.

TUTUKLULUĞUN DEVAMI KARARI SARAY'DA MI ALINIYOR?
Gazeteci İsmail Saymaz Beştepe kaynaklarından aldığı bilgiye dayanarak yazdığı yazıda, Cumhurbaşkanı başkanlığında Saray’da yapılan bir toplantıdan bahsetti. Toplantıya, istifa etmeden birkaç gün önce Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, MİT Başkanı Hakan Fidan ve bazı bürokratlar katılmış. Toplantıda Avrupa Konseyi'nin yakından ilgilendiği, başta Osman Kavala olmak üzere siyasi davalarda nasıl bir politika belirleneceği konuşulmuş.

Bakan Gül her zamanki gibi tutuksuz yargılamaları savunmuş. İnandığı değer ve kararları uygulamaya geçirme imkânı kalmadığını gören Bakan Gül sonunda istifa etti. Bu kulis bilgisinden de anlıyoruz ki, Avrupa Konseyi’nin de takip ettiği Kavala, Demirtaş ve HDP’li vekiller gibi davalar hukuki değil siyasi davalardır. Bu yüzden “bu gibi konularda kararlar mahkemelerden önce en üst siyasi mercilerde mi alınıyor acaba” sorusu dayanak kazanıyor. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan bu gerçekliği “bunları salıvermemiz mümkün olamaz” gibi sözlerle birçok demecinde doğrulamamış mıydı?

ERDOĞAN KARAR TANIMADIĞINI SÖYLÜYOR
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AİHM ve Avrupa Konseyi’nin Osman Kavala kararlarına ilişkin “bizim mahkemelerimizi tanımayanları biz tanımayız. Bu konuda AİHM ne demiş, Avrupa Konseyi ne demiş bu da bizi çok ilgilendirmiyor”açıklamasını yaptı. (Kamu Özel İşbirliği ve Yap İşlet Devret mega projelerinde Türk değil de İngiltere mahkemelerini muhatap kabul ederken Erdoğan Avrupa yargısı için ne düşünüyordu acaba?)

Sen beni tanımıyorsan ben seni hiç tanımam” çağrışımı yaratsın diye sarf edildiği anlaşılan bu cümle, “Avrupa devletlerinin dayatmalarına karşı dik durmak ve diz çökmemek” anlamına asla gelmez. Ayrıca bu yaklaşım, uluslararası ilişkilerde egemen devletlerin birbirlerine denkliğinin vurgusu da değildir. Ülkemizde ilk derece mahkemelerinin temyiz kararlarına karşı “sen benim kararımı onamazsan ben de senin kararını hiç tanımam” demesi gibi absürt bir durumdur bu. Erdoğan’ın bu tutumu doğrudan doğruya, 73 sene önce (1949) attığımız imzayı inkârdır. Bu imza ile yükümlülüklerini kabul ettiğimiz uluslararası “Avrupa Sözleşmesi”nin gereklerine artık uymayacağımızın deklarasyonudur.

Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan Kasım 2020’de “Ekonomide ve hukukta yeni bir reform dönemi başlatıyoruz” dedikten 4 ay sonra da “İnsan Hakları Eylem Planı”nı açıklamıştı. Mart 2021’de açıklamasında ise, amaçlardan ilkinin "daha güçlü bir insan hakları koruma sistemi" olduğunu söylemişti.

AİHM, AB VE AVRUPA KONSEYİ AYNI ŞEYLER Mİ?
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir AB Kurumu değildir ancak bu gerçek bilinerek sık sık tahrif ediliyor. AİHM; uluslararası bir teşkilat olan Avrupa Konseyinin üst yargı kurumudur ve Türkiye de Avrupa Konseyi’nin kurucu üyeleri arasında yer almaktadır.

AİHM Avrupa Konseyi'nden 10 sene sonra, 1959 yılında kurulmuştur. Bu mahkeme, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınmış olan temel hakların çiğnenmesi durumunda başvurulabilecek en üst yargı merciidir. AB ülkeleri (27) haricinde 20 üye ülkeyi daha kapsayan Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yargı yetkisini tanımaktadır.

Birleşmiş Milletler’in1948'de yayınladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’ni Türkiye 1949’da imzaladı. İnsan hakları kavramının ne temelinde ne de alt yorumlarında hiçbir şekilde ulusların, kültürlerin ve inançların öngördüğü öznel (subjektif) yorum ve yaklaşımlar yer almaz. İnsan hakları açık ve evrenseldir, bunları (hele ki altında imzası bulunan) devletler kendilerine göre yorumlayamazlar. “Bizim mahkemelerimizi tanımayanları biz tanımayız” türünden bir cümlenin bu sözleşme çerçevesinde hiçbir karşılığı yoktur. Yapılabileceğimiz tek şey, ülke olarak bu sözleşmelerden imzamızı çektiğimizi ve konseyden çıktığımızı deklare etmek olabilir. Ancak Konsey ülkeleri arasında şu ana kadar bunu yapmayı hiçbir lider ve devlet aklına bile getiremedi!

İNSAN HAKLARI DÜN KEŞFEDİLMEDİ
Erdoğan’ın uymayacağını açıkladığı Avrupa hukuku ve temel insan hakları, insanlık medeniyeti tarihinde yüzlerce yıllık mücadeleler sonucu elde edilmiştir. Sekiz yüz yıl önce, İngiltere’de1215 yılında Magna Carta (Büyük Özgürlük Fermanı) imzalanarak kralın yetkilerinin kısıtlanması bu alanda dünyada ilk adım olarak kabul edilir.

Bizde ise, Osmanlı Sadrazamı Alemdar Mustafa Paşa Rumeli ve Anadolu âyanları ile İstanbul'da1808’de Sened-i İttifak’ı imzaladılar. Bu antlaşma Osmanlı’da ilk anayasal belge olarak kabul edilir. 1839’da sultan Abdülmecit tarafından yayımlanan Tanzimat Fermanı ile tüm vatandaşların can, mal ve namus güvenliği sağlanmıştı. Sultan Abdülmecit döneminde ise 1856’da Islahat Fermanı yayımlanmış, her inançtan tüm topluluklarının eşit vatandaşlık hakları garantiye alınmıştı.

1876'da II. Abdülhamit tarafından ilan edilen Birinci Meşrutiyet ile Meclisi-i Umumi (Parlamento) ve seçim kavramlarını da içeren ilk anayasa yayımlandı. 1908’de ise ikinci Meşrutiyet dönemi ile birlikte Padişaha tanınan yetki ve imtiyazlar belli esaslara bağlanarak doğrudan doğruya Kanunu Esasi ile sınırlandırılmıştı.

İnsanlık tarihinde ve ülkemizde önemli mücadelelerle elde edilmiş bu haklar, iktidarların ve liderlerin keyiflerine tabi şekilde uygulanmak üzere kazanılmadı tabi ki.

EVRENSEL HUKUKU TANIMAMAK NEREYE VARIR
1839 Tanzimat Fermanı ile başlayıp Cumhuriyet ile hızlanan batı medeniyeti ile bütünleşme hedeflerine ulaşma çabası ülkemizde inişli çıkışlı da olsa da hep sürmüştür. Türkiye’nin 1948’de yayımlanan Avrupa İnsan Hakları Bildirgesini 1949’da imzalayarak Avrupa Konseyine kurucu üye olarak katılması, bu hedefindeki önemli ve geri dönülmez bir adımıdır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkını Türkiye 1987’de, zorunlu yargılama yetkisini ise 1990 yılında kabul etmiştir. 2004 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle de başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi olmak üzere, Türkiye’nin taraf olduğu temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelere, kanunların üzerinde bir değer atfedilmiştir.

AİHM ve onun kararlarını yok saymak, Avrupa Birliği’ne ve bu birliği oluşturan ülkelere karşı koymak değil, kurucularından olduğumuz Avrupa Konseyine ve insanlığın medeni değerlerine karşı koymaktır. Türkiye AB’ye katılım sürecinden tümüyle kopmuş olabilir, ama bu siyasal tavır Avrupa Konseyinden kopmak ve bu konseyi tanımamak manasına gelmez.

Tüm medeni dünyanın ortak insani-hukuki değer ve müktesebatına sırt çevirmek iktidarın ömrünün uzamasına ne ölçüde katkı sağlar bilemiyoruz. Ancak bu tutumun, Türkiye’nin geleceğine çok ciddi zararlar getireceği, ortalama her yurttaşın anlayabileceği kadar açık bir gerçekliktir.

Erdoğan’ın bu sözlerinin sadece günlük iç politik beklentiler sebebiyle söylenmiş olmasını umut ediyoruz. Aksi halde ülkemizin medeni dünyadan uzaklaşması perçinlenecek, var olan ekonomik risk ve sıkıntılar daha da artacaktır. Sonuçta toplumca ödeyeceğimiz bedeller öngörülerimizden çok daha ağır olabilecektir.