Ekonomik sıkıntıların doruğa tırmandığı, piyasaların döviz şoku ile darmadağın olduğu, ülke insanlarının birinci ve can yakıcı sorununun geçim sıkıntısı olduğu bu dönemde laik eğitime vurulan yeni bir darbe gündemde konu dahi olamadı maalesef.

Millî Eğitim Bakanı Mahmut Özer başkanlığında 1-3 Aralık’ta toplanan 20. Millî Eğitim Şûrası tamamlandı. Bu Şûranın özel ihtisas komisyonlarında görüşülen 124 madde ile son anda genel kurula sunulan 4 yeni öneri toplantı genel Kurulu'nda oylanarak geçti. Son anda genel kurula sunularak (oldubitti ile) geçirilen bir karar laik eğitimin tabutuna vurulan yeni bir çivi oldu! "Okul öncesi öğretim programında çocuğun gelişim düzeyi dikkate alınarak din, ahlak ve değerler eğitimi yer almalıdır" kararı alındı. Oysa bu öneri Şura’nın özel ihtisas komisyonlarında görüşülmüş ancak uzmanlarca kabul edilmemişti.

Okul öncesi din eğitimi tarikat, cemaat ve hatta Diyanet tarafından Kuran kursları ve “sübyan mektepleri” adı altında zaten yürütülüyordu. Bu Şura kararıyla artık 4-5 yaş gurubu çocukların dini eğitimlerinin, Milli Eğitim sisteminin zorunlu parçası haline getirilmesi süreci başlamış oluyordu.

Çocukların zihinsel gelişimlerine, Cumhuriyet’in temel değerlerine ve laik bilimsel eğitim ilkelerine açıktan aykırı bu karar sıradan bir gelişme olarak görülmemelidir. “Eğitimde Çöküş – İnanç Eksenli Eğitim ve Sonuçları” isimli araştırma kitabının yazarı ve konuyu yakından takip etmeye çalışan birisi olarak bu gelişmeyi irdelemek ve okurlarımla paylaşmak kaçınılmaz oldu.

Milli Eğitimde Evrenselleşmeyi Yakalamışız!

Şura kapanış konuşmasında Bakan Özer ülkemizdeki eğitimle ilgili oluşturulan negatif eğilime katılmadığını, eğitimde evrenselleşmeyi yakalamış olmanın keyfini çıkartmaları gerektiğin söyledi. Bakanın ülkede eğitim sisteminin başarısı konusunda milletin negatif kanaatinin, (katılmasa da) farkında olması umut vericiydi. Ayrıca; “Eğitime fiziki yatırımlar yapılmış ama kalite ihmal edilmiş gibi bir algı oluşuyor ama ben buna kesinlikle katılmıyorum. Eğitime son yıllarda yapılan yatırımlar kalite odaklı yatırımlardır" dedi. Cumhurbaşkanı’nın “ekonomide kriz miriz yok, her şey yolunda hamdolsun” dediği bir ülkede, Milli Eğitim Bakanının da “eğitimin kalitesinde evrensel düzeyi yakalamış olduğumuzu” düşünüyor olmasında şaşılacak bir durum yoktur tabi ki!

Bakan Özer konuşmasında ayrıca "Şura’da alınan kararları, Millî Eğitim Bakanı olarak emanet olarak alıyorum. Sizleri temin ederim ki burada alınan bu kararların birebir takipçisi olacağım" diyerek, tavsiye niteliğinde alınan tüm kararların, iktidarın eğitim politikalarına uygun olduğunu ifade etmiş oldu.

Bir gazeteci "Okul öncesi eğitimde din eğitimi verilmesine yönelik maddenin komisyonlarda kabul edilmediği belirtiliyor, bu madde hakkında değerlendirmeniz ne olur?" diye sordu. Bakanın verdiği yanıt, şurada alınan tüm kararların arkasında oldukları ifadesinin zıttı yönünde oldu. Bakan; "Bildiğiniz gibi şûra kararları, tavsiye niteliğindeki kararlardır. Yani burada alınan her kararı, Millî Eğitim Bakanlığı olarak benimsediğimiz, reddettiğimiz veya kabul ettiğimiz anlamına gelmiyor" dedi. Okul öncesi din eğitimini sanki bakanlığın değil de toplantı katılımcılarının görüşüymüş gibi sunan Bakanın bu çelişkili tutumu, kamuoyunda oluşabilecek tepkilere karşı bir ön alma gibi değerlendirildi.

Olmayan Köy Okullarının Ana Sınıfında Din Eğitimi

Bazı bağımsız medya organları dışında haber konusu dahi olamayan, siyasetin gündemine giremeyen bu konunun kısa sürede uygulamaya geçileceğini gösteren ilk gelişme, Şura’dan birkaç gün sonra yaşandı. Millî Eğitim Bakanlığı 7 Aralık’ta yaptığı yeni düzenlemeyle, köy ve benzeri yerleşim yerlerinde ana sınıfı açılabilmesi için gerekli olan öğrenci sayısını 10'dan 5'e düşürdü.

Bakanın açıklamasına göre Türkiye’de 1 milyon 300 bin öğrenci taşımalı eğitime tabi. Öğrencisi az diye 2019'a kadar 17 bin köy okulu kapatıldı. Kapanan köy okullarının çoğunun yerine kuran kursları açıldı, önceden öğretmene emanet edilen köyler imamlara kaldı! Okulsuz köylerdeki vatandaşlar “ okul öncesi 5 çocuk için açılabilecek anaokulu eğitimi nerede verilecek, camilerde mi?” diye sormaya başladılar.

Ana sınıfı açılması için asgari öğrenci sayısını yarıya düşüren bu düzenlemeden neden kaygılanmalıyız peki? Yaşadığımız tüm gelişmeler gösteriyor ki; eğitim sisteminde yeni okul, derslik vb. açılması için koşullar kolaylaştırılıyor ve zorlaştırılıyorsa, bu değişikler hep din eğitiminin önünün daha çok açılması için yapılmıştır.

Mecburi İstikamet: İmam Hatip Liseleri

2002 yılında 450 olan imam hatip lisesini 2017’ye gelindiğinde 1604’e, 71 bin olan öğrenci sayısını ise 628 bine (9 kat) yükselten MEB, Haziran 2017’de değiştirdiği yönetmelik ile her mahallede bir imam hatip lisesi kurulabilmesinin önünü açtı. Bu değişiklik ile Anadolu İmam Hatip Lisesi açılması için gereken yerleşim birimi merkez nüfusu koşulu 50 binden 5 bine kadar düşürüldü. Eğitimdeki başarısına karşın sayılarının azlığı ile dikkat çeken fen liseleri için ise öğrenci kontenjan limiti, ildeki 8. sınıf öğrenci sayısının yüzde 5’i ile sınırlandı. Ayrıca, yeni açılacak tüm okullarda abdesthane ve kadın ile erkek için ayrı ayrı olmak üzere mescit bulundurma zorunluluğu getirildi.

Fen lisesi, güzel sanatlar ve spor liselerinin açılmasını zorlaştıran, Anadolu liselerinin açılması için asgari 20 bin nüfus şartını değiştirmeyen MEB, İmam Hatip Liselerinin açılmasını iyice kolaylaştırdı. Bu yönetmelik değişikliği sonucunda nüfusu 10 binden az olan yerleşim birimlerinde yeni bir lise açılmak istendiğinde Anadolu İmam Hatip Liseleri tek seçenek haline getirildi. “Bilimsel ve Laik Eğitim Hareketi raporu ”na göre, Türkiye’de nüfusu 10 binden az 191 ilçede imam hatip dışında başka lise açılamaz oldu.

4+4+4 eğitim sistemine geçilmesiyle önceden kapatılmış olan İmam-Hatip okullarının orta kısımları açıldı. İlköğretime başlama yaşı 6’ya çekilerek çok erken yaşta (9-10) din eğitimine başlatılmasının yolu açılmış oldu. Liselere verilen türban izni ilkokullara kadar çekildi, hatta anaokulu bebeleri üzerinde provalar başladı.

“Okul öncesi eğitimde din, ahlak ve değerler eğitimi verilmesinin ne sakıncası olabilir ki?” diye düşünenler için bu eğitimin içeriğine biraz girmekte yarar olacaktır.

Hangi “Değerlerin” Eğitimi?

Tüm milli eğitim sisteminin din ekseni çerçevesinde olacağı 2017’de resmen açıklanmıştı ve bu prensibi günümüze kadar tavizsiz uyguladılar. Okullarda bugüne kadar verilen “din, ahlak ve değerler eğitimi” içeriklerine baktığımızda, sadece Sünni İslam din eğitimin verildiğini görüyoruz.

MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Alpaslan Durmuş Haziran 2017’de yeni müfredatı açıklarken, çok önem verdikleri “Değerler Eğitimi”nden ne anladıklarını da şu metaforla açıkça ortaya koymuştu: “Yerli ve milli değerlerimiz bizim programımızın imamesidir. Her bir program unsuru ve her bir ders birer tespih tanesi ise bu tespih tanelerinin en tepesinde ve hepsinin önünde bir tespih imamesi olarak değerlerimiz durmaktadır” demişti Talim Terbiye başkanı.

Yani “yerli ve milli değerler” milli eğitim sisteminin “imamesi” olacak; bilimsel eğitimin temeli olan bilim, fen, matematik, sanat, kültür ve diğer içeriklerdeki dersler (bu “milli-manevi” imamenin arkasında) boncuk gibi hizaya girmiş unsurlar olarak ele alınabilecekti. “İmame” olan “milli ve manevi değerler” ‘den ise sadece “din” unsurunun anlaşıldığı da zaten gizlenmiyordu.

“Değerler Eğitimi” ders kitabı da zaten Diyanet’e hazırlattırılmıştı ve bu kitapta Sünni İslam din eğitimi dışında hiçbir milli ve manevi değere yer verilmemiş olduğu görülüyordu. 2017’deki müfredat ve yönetmelik değişiklikleri sonrasında, önceden başlatılmış olan kimi dönüşümler çok daha radikal tarzda uygulamaya konuldu. Sonuçta milli eğitim sisteminin tümüyle inanç ekseni üzerine oturtulduğunu, arzuladıkları başarıya büyük oranda ulaştıklarını gördük.

Laiklik Karşıtı Gelişmelere Muhalefet Karşı Duramıyor

İktidarlarının son dönemini yaşadıklarını bizler gibi bilen hükümet, inanç üzerinden yürüttüğü siyaset tarzından umudunu hala kesmiş değil. Toplumun ekonomik refahı ve huzuru adına verecekleri vaat ve ümit kalmayınca, ekonomik maliyeti olmayan inanç istismarı ve kaba milliyetçiliğe tam gaz devam ettikleri ve edecekleri görülüyor.

Zorunlu din eğitiminin okul öncesine kadar inmesi sorununa muhalefet tarafından ciddi eleştiriler getirilememesi de önemli bir eksikliktir tabi ki. Muhalefetin bu konudaki ikircikli tutumunun sebeplerini de anlayabiliyoruz.

İktidarın ilk seçimlerde zaten gideceğini düşünen muhalefet, inanç üzerinden başlatılacak yeni bir tartışmanın iktidarın ekmeğine yağ süreceği yönünde haklı kaygılar yaşıyor. Ancak unutulmamalıdır ki, laiklik karşıtı ve inanç eksenli bu tür karar ve uygulamaları daha sonraları geri almak, iktidar değişse bile neredeyse olanaksızdır. Laik Cumhuriyet’in temel değerlerinden radikal uzaklaşmaların telafisi, düşünüldüğünden çok çok daha zor olacaktır.