Diyanet’in düzenlediği Din Şurası’nın 28 Kasım’daki kapanışında Erdoğan da konuştu ve iktidar olarak dine ilişkin görüşlerini önceki söylemlerinden çok daha açık ve doğrudan dile getirdi: “Dini, hayattan tecrit eden, belli kalıplara, şekillere, davranışlara hapseden dogmatik bir anlayışa itibar etmeyeceğiz” dedi. “Bir Müslüman, dinini hayatın şartlarına göre değil, hayatını inancının esaslarına göre uyarlamakla mükelleftir. İslam bize göre değil, biz İslam’a göre hareket edeceğiz” diye de ekledi Erdoğan.

Bu konuşmadaki ‘biz’li cümlelerin, devlet iradesini ve idaresini güçlü şekilde elinde bulunduran Cumhurbaşkanına ait olması, orada durup ne söylenildiğini daha iyi idrak etmemizi gerektiriyor.

Bu sözlerinden ve satır aralarından anlıyoruz ki, mevcut devlet uygulamalarında din yeterince hayatın merkezinde görülmüyormuş ve Erdoğan bundan pek memnun değilmiş. Dini sadece ibadet olarak görmek onun hayattan tecridi manasına gelirmiş. Bu mevcut durum dini belli kalıplara, şekillere, davranışlara hapseden dogmatik bir anlayışmış!

DİNE UYGUN YAŞAM VE ANAYASA
TC Anayasası Madde 2 özetle: “Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” diyor. Madde 4 ise özetle: “Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” diyor.

Cumhurbaşkanı’nın bu yaklaşımı, demokratik-laik devlet anlayışını ve seküler yaşamı esas alan mevcut Anayasayı yeterli bulmadığını gösteriyor. Anayasa, hukuk, evrensel temel değerler ve insanlığın binlerce yıllık mücadeleleriyle elde ettiği temel insan hakları; ”dine uygun yaşam” anlayışı yanında gözden çıkartılıyor.

Bu anlayışa göre tüm bu anayasal cumhuriyet değerlerinin inanç ekseninde yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor! Daha da ötesi; tüm ekonomik, sosyal, kültürel yaşamın ve devlet idaresinin dini esaslara göre yeniden düzenlenmesi ve Anayasa’nın ‘değişmez’ maddelerinin de değişmesi gerekecek. Bu sözlerden başka bir yorum çıkartılabilir mi ve bundan kaygı duymamak mümkün mü?

ANAOKULLARINDA DİNİ EĞİTİM SINIFLARI
Devleti yönetenlerin inanç ve din eğitimi anlayışlarını ortaya koyan bir gelişme daha yaşandı geçen hafta. Milli Eğitim Bakanlığı’nın anaokullarında “dini eğitim sınıfları” açmaya başladığı ortaya çıktı. Okuma yazma bilmeyen çocuklara Diyanet İşleri Başkanlığı personeli ile haftada en az 6 saat Arapça ve din eğitimi verilecekmiş. “Dinimi Seviyorum, Öğreniyorum” adıyla Yalova’da başlatılan proje “2023 Eğitim Vizyonu” çerçevesinde yürütülüyormuş.

Meşhur ‘2023 Hedefleri’ konusunda iktidar çoktan havlu atmıştı zaten, bu konudaki yazıma buradan ulaşabilirsiniz. Afaki oldukları başından belli olan bu hedeflerden en ulaşılabilir olarak gördükleri ‘dinselleşme’ üzerine daha çok yoğunlaşıyorlar artık! Okullarda verdikleri altı saate yakın din dersleri yeterli görülmemiş, parmak kadar bebelere anaokullarında “2023 Eğitim Vizyonu” çerçevesinde din ve Arapça eğitimi vereceklermiş!

Bir siyasal iktidar vatandaşlarının ahlaklı ve dindar olmasını arzu edebilir. Ancak, tüm toplumsal ve evrensel insani değerler bir yana bırakılarak önemsizleştirilirken, neden “varsa yoksa hep din” denir ki? Toplum zaten dindarken neden hep “çok daha dindar toplum” yaratılmasına gayret gösterilir ki? Bu soruların yanıtını bulmak, ülkemizin getirildiği durumun izahı açsından oldukça önemlidir.

TOPLUMUN DİNDARLAŞMASINDA ISRAR
Siyasal partiler halka daha iyi bir yaşam sunma vaadi ile iktidara gelirler. Daha çok iş, daha çok refah, daha iyi eğitim, daha insani ve özgür yaşam olanakları sağlayacaklarını söyleyerek kitlelerin onaylarını alırlar.

Nitekim AKP de böyle yaptı; 2002 de tek başına iktidara gelirken topluma yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla (üç ‘Y’ ile) mücadele edeceğini vaat ederek seçmenin oyunu aldı. “Sizleri daha da dindarlaştıracağım, ülke yoksullaştıkça dine daha çok sarılacağım, din eğitimini anaokullarına kadar indireceğim” diyerek iktidara gelmeleri mümkün müydü?

Ülkede işler hemen her alanda kötüye giderken, işsizlik ve yoksulluk iktidarın geleceğini ciddi şekilde riske sokarken buradan çıkış için mucizevi bir çare gerekiyor.

Tüm insanlık tarihi boyunca ‘inanç’ unsuru halkların, lidere ve yönetenlere itaatlerini sağlamanın en kolaycı yöntemi olarak etkili işlevler görmüştür. Dini argümanlara gitgide daha çok sarılmaları, toplumu memnun edecek icraatlarının tükenmesi ve söyleyecek sözlerinin kalmaması ile koşut olarak arttı ve artıyor. Toplumun hassas olduğu din ve inanç konuları iktidar için uzun süredir bir çıkış yolu olarak görülüyor.

Siyasal iktidarın önemli dayanaklarından birisi haline getirildiği görülen Diyanet de bu süreçte aktif rol üstlenmiş durumda.

CUMA HUTBESİ İLE TOPLUMA “SABIR” TELKİNİ
Toplumsal tepkilerin önünün alınmasında inanç meselesine sığınılmasına yeni bir örnek, Diyanet’in son Cuma hutbesinde görüldü. Diyanet İşleri Başkanlığı topluma “isyan etmeyin, maddi ve manevi sıkıntılar alın yazısıdır” çerçevesinde telkinde bulundu.

Diyanet hutbesinde; yokluklar karşısında toplum sabra davet edilirken ayetlerden destek arandı: “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele” ayeti anımsatıldı. Bu hutbe ile tüm yaşanan sıkıntıların aslında bir sınama olduğu ve sabretmek gerektiği kullara müjdelenmiş oldu!

Bilindiği gibi, iktidarımız ülkede yaşanan tüm olumsuzluklardan her zaman ve her durumda suçsuz ve sorumsuzdur ve onlar her ne eylerlerse güzel eylerler! Dolayısıyla, bu ‘sınanma’ döneminde sabır göstermeyenler, iktidarı suçlayanlar dinen de günaha girmiş olacaklar!

Diyanetimiz bu hadisleri anımsatarak önemli bir işlevini daha yerine getirdi; toplumun günahlardan korunmasına vesile oldu, dualar aldı!