Ercan Çankaya

Oyunculuktan öykü anlatıcılığına kadar sanatın pek çok dalıyla iç içe olan Neyzen Sercan Peşan’ın son albümü Nefes Öyküleri Spotify’da yayında. “Ney”i en güzel lisan olarak nitelendiren Sercan Peşan, albümü üstüne dört yıldır çalıştığını söylüyor. Albümle ilgili bir haberi, geçtiğimiz hafta Toplumsal sayfalarında okumuştunuz...

Orta Doğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği eğitim gören Peşan, öğrencilik yıllarında sahne sanatları ve oyunculukla uğraşmış. 1982 doğumlu sanatçı, neyle üniversiteden mezun olacağı sene ilgilenmeye başlamış. Uzun süre 2012’de hayatını kaybeden TRT sanatçısı Neyzen Mahmut Ekrem Vural’dan dersler alan Peşan; Erkan Oğur’dan Veronika Vitazkova’ya, Berkay Bayram’dan Lütfücan Kapusuz’a pek çok ustayla çalışmış.

Sercan Peşan’la gerçekleştirdiğimiz söyleşide albümünden sanat hayatına ve ODTÜ’deki öğrencilik yıllarına kadar pek çok şey konuştuk. ODTÜ’nün ODTÜ Oyuncuları, Klasik Türk Müziği ve Türk Halk Bilimi Toplulukları, pandemide sanatçı ve beyaz yakalı olmak, ney üstadı Mahmut Ekrem Vural sohbet başlıklarımızdan sadece birkaçıydı.

> Öncelikle hem Toplumsal ailesi adına hem kendi adıma albümünüzü tebrik ederim.

Teşekkür ederim, merhabalar...

‘MÜZİĞİ HİÇ HOBİ OLARAK GÖRMEDİM’

> İlk sorum biraz kişisel bir soru olacak. ODTÜ’de mühendislik eğitimi görmüşsünüz, iş hayatına devam ediyorsunuz, daha önce haber portalımızda yayımlanan haberimiz için görüştüğümüzde de pandemi döneminde üretiminizin arttığını söylemiştiniz. Hem iş hayatı hem sanat hayatı nasıl yürüyor? Yorucu mu, yürütebiliyor musunuz?

Mühendislik yapmıyorum; memurum bir bakanlıkta. Yani, yaptığım iş mühendislik değil aslında, bayağı bir 12 senedir falan. Pandemi döneminde biraz da evden çalışmaya geçtiğimiz için o anlamda eve kapanmanın bir karşılığı oldu. Yani bir şeyler yapmak gerekli, diğer türlü insan zaten psikolojik bir daralma yaşıyor. Pandemi var, etrafta herkes hastalık konuşuyor vs. Asıl zorlayan, aslında işle müziği yürütmek değil benim için. İki tane küçük çocuğum var. Biraz hem onlarla ilgilenip hem aileyi ihmal etmeden kendi müzikal hayatıma devam etmek bayağı zorlayıcı oldu pandemi döneminde aslında. Ama zaten hayatım boyunca müziği hobi olarak görmedim. Her zaman sonuna kadar emek harcayarak, gönlümü vererek, zamanımı vakfederek hep bir şeyler yapmaya çalıştım müzikle ilgili. Öyle bir disiplini çok eskiden kazanmış olduğum için... Üniversiteden mezun olacağım sene başladım. Biraz geç başlamış olsam da bir 15 senedir aşağı yukarı hep hayatımın merkezinde bir yerde duruyor. Onun için öyle çok bir zorluk yaşamadım.

‘SANAT, KOLEKTİF OLDUĞUNDA DAHA DEĞERLİ'

> Eserlerinizi aynı zamanda birer öykü olarak görüyorsunuz. Öykülerinizi oluştururken ya da bestelerken diyeyim, yalnız kalmak sizi daha çok motive ediyor anladığım kadarıyla...

Aslında her türlü sanatta olduğu gibi müziğin de kolektif olduğunda daha değerli olduğunu, ortaya daha güzel şeyler çıktığını düşünüyorum. Her zaman için başka müzisyenlerle ortak çalışmalar yapmak beni daha çok heyecanlandırıyor. Ama bu albüm sürecinde dediğinize yakın bir şey de keşfettim. Yani kendi kendine kalmak da aslında bir yandan kendi süreçlerinle yüzleşmek gibi bir şey oluyor. Albümdeki hemen hemen her parça, aslında hayatımdaki çok ciddi durakların, çok ciddi olayların bir yansıması. Ve her birinin çok yoğun duygusu var. Bendeki karşılığı çok yoğun. Yazdığım hikayeler de zaten biraz kendi hayatımdan yola çıkarak, biraz da fantastik unsurlar katarak ortaya koyduğum ürünler oldu. Aslında, bir kitap-CD projesiydi en başından beri kafamdaki. Fakat ekonomik koşullar sebebiyle en azından şimdilik müziği paylaşmak istedim. Enteresan bir şekilde, yani hikâyeleri paylaşmasam da insanlarla konuştuğumda şarkıların hikâyesindeki ana odak duyguları veya ana unsurları hissettirdiklerini anladım. Bu beni çok mutlu etti yani. Bir anlamda kendi kafamdaki projenin en azından müzik ayağını başardığımı hissettim. Bu kadar karşılık bulacağını ben de beklemiyordum. Yani sadece müzikle bir hikâye anlatabileceğimi ben de beklemiyordum ama insanların tepkilerinden böyle bir şeye yaklaştığımı hissettim.

> Müzik ve edebiyatı birbirini tamamlayan, besleyen unsurlar olarak görüyorsunuz o zaman?

Evet. Diğer sanatlar da hepsi birbirini besliyor.

SANATÇIYA ÖLÜM VAR MI?

> Siz hikâye demişsiniz ama albümdeki parçaların seçimi ve sıralaması tematik gibi geldi bana. Mesela Erkan Oğur’un Oğur Sazı kaydından Başlangıç parçasıyla başlıyor. Gençlik temasına geçtikten sonra ölüm ve veda temalarıyla sona eriyor albüm. Bu açıdan bakınca albümün bütünü için bir müzikal bir uzun anlatı diyebilir miyiz?

Aslında albüm, olmakla başlayıp ölmekle tamamlanan, yeniden başlayan bir sürecin, bir döngünün içinden kesitler gibi. Bunlar biraz öznel seçimler oldu. Tabii, kendi deneyimlerim üstünden ama duygusal anlamda bir ortaklık da kurabilecek düzeyde bir şey sunuyor. Müzikal anlamda, projenin ilk çıkışı Erkan Oğur’la beraber aldığım kayıttı. Onu o yüzden en başa koymak istedim. Sonra Kün var. O mesela olmak kavramı üstünden. Onun hikâyesi de aslında Mevlevi ayinlerinin başında yapılan ney taksimine atfen yazılmış bir hikâye. Kün ismi de oradan geliyor. Yani, Mevlevi ayinlerinin en başındaki kudüm darbı, kün kavramını temsil ediyor çünkü. Aslında bu tarz belli göstergeler de kullandım albümde. Veya mesela ölüm parçası, saba makamında bir parça. Saba makamı, aslında sabah ezanlarında günün doğuşunu simgeleyen, sabah ezanlarının okunduğu makamdır. Yani aslında orada ölüm bir son değil ve orada çok sesli bir ney korosu var. O da aslında, onun hikayesi hocamın vefatıyla ilgili mesela. Ney hocam vefat ettikten sonra arkasında aynı duyguyu taşıyan ve gerçekte bu saza gönül veren bir sürü insan bıraktı: Bir sürü öğrencisini bıraktı. Yani oradaki belli parçaların içindeki tercihlerin aslında bu tarz karşılıkları var hep. Bunlar aslında öykülerle bir araya geldiğinde çok fazla anlam kazanacak. Dediğiniz gibi yani başından sonuna kendi içlerinde de alışverişi olan öyküler bunlar. Tamamen birbirinden bağımsız değil. Ana hikaye de aslında yaşamın kendisine ilişkin. Yani olmakla başlayıp ölmekle biten veya ona bir son da demek istemiyorum, yani bir yeni başlangıç. Hiçbir şey ölmüyor. Bu sadece dinsel bir zeminde söylemiyorum bunu. Yani benim hocam ölmedi, çünkü bende yaşıyor onun duyguları, onun bize aktardığı sanat. Bu tarz bir ölümsüzlükten bahsediyorum. Tabii bunun tasavvufi bir karşılığı da var. Hani kendi deneyimlerim üzerinden. Bu şekilde özetleyebilirim.

‘ODTÜ MÜTHİŞ BİR BESLENME YERİYDİ’

> Amatör bir kulakla dinlesem de müziğinizde tasavvufi temaların önemli bir yeri olduğu anlaşılıyor. Galata Mevlevihanesi’nde her ay düzenli çalıyorsunuz. Fakat ney sazını geleneksel müziğimizin dışında formlarda icra etmeyi tercih ediyorsunuz. ‘Ney’i tasavvuf müziğinin geleneksel formları dışında deneyimlemeyi tercih etmenizin nedeni hikâye anlatma isteğiniz mi? Yani müzikal anlamdaki bu form değişikliği anlatmak istediğiniz hikâyeden kaynaklı mı ya da aynı hikâyeleri geleneksel formlar içinde kalarak da anlatmak mümkün mü? Bunu biraz da kendim öğrenmek için soruyorum.

Aslında bunun cevabı da biraz kendi müzikal tecrübelerim, kendi dinlediklerim, kendi sahne üstü tecrübelerimden geliyor. Ben yıllarca ODTÜ Oyuncuları’nda tiyatroyla uğraştım. Orada da yaptığımız işi çok özenle, ciddiyetle yapmaya çalışıyorduk. Yaptığımız oyunlara çok emek harcıyorduk. Yani, ODTÜ güzel bir kültürel plato. Birçok konuda gerçekten o konuya kafa yoran insanları tanıyabileceğiniz bir yer. Öğrenci topluluklarının birçoğu kendi alanında gayet kaliteli üretim içinde olan insanları barındıran topluluklar vs. Bunun bir avantajı olarak da ODTÜ’de hem müzik zenginliği anlamında hem entelektüel anlamda bir beslenme yeriydi benim için aynı zamanda okul. Müzik anlamında da çok farklı şeyler dinliyordum. Neyle çok geç tanıştım ve tanıştığımda neredeyse hiç ney dinlemiyordum. Ama biraz aşkla o saza düştüm yani.

‘NEY MERKEZLİ NEŞEYİ KLASİK BİR ESERDE DE GÖREBİLİYORUM’

Onun öncesinde farklı şeyler dinliyordum. Ama o dinlediğim şeyler hâlâ benim için değerli ve güzel. Ve müzikal anlamda çok geniş bir çevrem var. Müziği seviyorum, genel anlamda seviyorum. Çok farklı alanlarda müzik yapan dostlarım var. Aslında müziği çok katı kurallar ve sınırlar içinde görmüyorum, göremiyorum. Bu anlamda da tasavvufi neşeyi, ney merkezli bir tasavvufi neşeyi ben bir klasik eserde de görebiliyorum. Yani cazda da görebiliyorum. Bu tamamen benim, öznel müzikal deneyimim ve öznel müzik deneyimimden aldığım keyifle ilintili bir şey. Bunların hepsinde aslında kendi hikayemi anlattım orada. Yani, kendi müziğim oldu tamamen. Çok özgür ve öznel bir şey oldu bir yandan da. Ama bunların hepsinin insanlarda bir karşılığı olduğunu da görünce, çok mutlu oluyorum.

‘SANAT DİL SINIRLARINI BİLE ORTADAN KALDIRIYOR’

Bu tamamen aslında müziğin evrensel niteliğinden kaynaklanıyor. Sırf müzik de değil. Sanatın evrensel niteliğinden söz edebiliriz. Ben şunu da deneyimledim. Sabah 6’ya kadar Türkçe bilmeyen insanlara Türkçe hikâyeler anlatmıştım. Tamamen farklı ülkelerden gelen yabancıların olduğu bir ortamda, ney üfleyip Türkçe hikâyeler anlattım. Anlattığım hikâyelerin bayağı ana kavramlarını, olay örgüsünü anladıklarını fark ettim konuştuktan sonra onlarla. Sanat, aslında o kadar evrensel ki dil sınırlarını bile ortadan kaldırabiliyor. Sanatın öyle bir güzelliği var. Ben o büyünün peşindeyim. O büyüye kendimi kaptırdığım zaman çok sınır koymuyorum kesinlikle, sınır görmüyorum.

‘ODTÜ OYUNCULARI, KOLEKTİF BİLİNÇLE SANAT ORTAYA KOYAN BİR TOPLULUK’

> Tekrar başa dönersek fen lisesi ve inşaat mühendisliği mezunusunuz. Toplumun genel algısına göre mühendislik ve tasavvuf, ney, sanat birbirine birbirine biraz uzak alanlar gibi duruyor. ODTÜ’nün çok kültürlü ortamı, mühendisliğin getirdiği analitik yetiler sanatınızı etkilemiş gibi duruyor. Sormak istediğim ODTÜ’ye başlamadan önce sanata ilginiz ne düzeydeydi? Muhtemelen tabii belli ölçüde ilgileniyorsunuzdur da üniversite hayatı ve ODTÜ’nün buna ne gibi bir etkisi oldu?

ODTÜ’nün çok ciddi bir getirisi oldu. ODTÜlüyüm diyorum o anlamda. Öncesinde de sanata karşı bir ilgi, açlık vardı ama bunu nasıl karşılayacağımıza dair bir yöntem bilmiyorduk. Atıyorum, bir kitap okuyorsun vs. ama yakın çevrende o kitabı tartışabileceğin çok az insan var. Tiyatroya gitmek istiyorsun ama tiyatroyla ilgili kuramsal anlamda hiçbir şey bilmiyorsun. Yazarları tanımıyorsun. Müzikle ilgileniyorsun ama çevrende hiç müzisyen yok. Ben bir de Kırıkkale Fen Lisesi’nde okudum. O anlamda daha da kötü bir yerdi. ODTÜ’yü kazandıktan sonra aslında kafandaki bütün sorulara cevap bulabileceğin, gerçekten hangi konuya ilgi duyuyorsan ilgi duyduğun konuyla ilgili çok profesyonel çalışan ekiplerin olduğu bir ortama gelmiş oldum. Bu anlamda ODTÜ Oyuncuları’yla tanışmak da bana çok şey kattı. Yani ODTÜ oyuncuları gerçek anlamda hâlâ kolektif bilinçle sanat ortaya koyulabilen, bunun için gerçekten hiçbir karşılık beklemeden insanların emekler harcadığı, eşine çok az rastlanacak bir topluluk. ODTÜ’deki birçok topluluk öyle ama ODTÜ oyuncularının tarihi anlamda çok eski bir tarihi var, neredeyse ODTÜ’yle yaşıt bir topluluk. Ve gerçekten bir dönem Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde bile mesela Sevda Hoca, Sevda Şener şey diyormuş. “Gidin biraz ODTÜ oyuncularından tiyatro öğrenin, kostüm dikmeyi öğrenin, ışık yapmayı öğrenin.” diyormuş. Veya Ayşegül Yüksel hoca, rahmetli... Yani gerçekten çok müthiş deneyimler kazandım ODTÜ oyuncularında... Kesinlikle ODTÜ’nün yeri yadsınamaz.

‘OKULLA İLİŞKİM HEP CANLI VE ETKİNDİ’

> Başlangıçta söylediğiniz, sanatın bireysel olduğu kadar kolektif bir iş olduğu anlayışınızın biraz da ODTÜ kültürünün ve özelde ODTÜ oyuncularının sanatınıza bir katkısı olduğunu anlıyorum. Bir de sormak istediğim neyle ilgilenmeye dördüncü, yani son sınıfta başladığınızı söylüyorsunuz. Bunun öncesinde okulun Türk Halk Bilimi ve Klasik Türk Müziği topluluklarıyla bağlantınız var mıydı, yoksa neyde sazında kendinizi geliştirmeniz üniversiteden sonra tanıştığınız hocaların katkısıyla mı oldu?

Neye mezun olacağım sene başladım. Ama neye başladıktan sonra, daha doğrusu mezun olduktan sonra okuldan, okulla ilişkimi kesmediğim için... Mezun olduktan sonra bir dört sene kadar ODTÜ oyuncularına geldim. Hatta bir oyunda oynadım, bir oyunu beraber yönettik. Birkaç oyunda sahne çalıştırıcılığı yaptım, vs. Okulla hep içli dışlıydım. O dönem tabii, yeni tanıştığım bu ney sazıyla ilgili “okulda neler yapılıyor”u sorguladığımda Klasik Türk Müziği Topluluğu’yla yolum kesişti. Ama oradan bire bir ders almadım. Oradan sadece çevre edindim diyebilirim. Zaten öncesinde de Türk Halk Bilimi ve Klasik Türk Müziği Topluluğu’ndan da çok fazla arkadaşım vardı. Ama orada ney dersleri verildiği için takip etmiyordum yani, bire bir ilgi alanıma girmediği için. Daha sonra okulla hep ilişki halindeydim. Mesela geçen gün, yeni grubumuz var bizim: Kuytular. Pandemi öncesinde iki konser yaptık. Sonra maalesef pandemiyle beraber çalışmalarımıza ara vermek zorunda kaldık. Yurtdışına gitti iki arkadaşımız, zorunlu hizmet... Dış İşleri Bakanlığı’nda çalışıyorlar. Mesela Kuytular grubunun üyeleri, Türk Halk Bilimi ve Klasik Türk Müziği toplulukları üyelerinden oluşuyor ve mesela konserlerimizi de o kapsamda verdik. Okulla ilişkimiz hep canlı ve etkindi.

NEYZEN EKREM URAL AYAĞI KESİLDİKTEN SONRA...

> Son sorum... Anladığım kadarıyla sanatı tek bir alanında uzmanlaşılacak bir uğraş olarak görmüyorsunuz. Ama uzun yıllar oyunculukla uğraştıktan sonra o kırılma noktası neydi? Farklı sanat dallarındaki ilgileriniz arasında özel olarak ney sazına eğilmekteki motivasyonunuz neydi?

Tiyatrodayken müzikle uğraşıyordum ama farklı enstrümanlar çalıyordum. Piyano dersi almıştım okulda. Fiziksel olarak piyanom yoktu belki ama okulda, o kütüphanenin altındaki kısımda çalabiliyorduk. Yetkimiz vardı bu dersi alan öğrenciler olarak... Ve mimarlık amfisinde de, bizim ODTÜ oyuncuları olarak prova yaptığımız mimarlık amfisinde de piyano vardı. Ben sürekli piyano çalıyordum fırsat bulduğumda. Hatta onun haricinde klavye de çaldım bir blues grubunda. Kısa süreli ömrü olan bir blues grubumuz vardı vs. Ney tamamen rahmetli ney hocam Neyzen Ekrem Vural’la tanışmam sonucu hayatıma giren bir dünya oldu. Gerçekten çok farklı ve güzel bir insandı. Allah rahmet eylesin. Onda gördüğüm aşkı, onda gördüğüm muhabbeti neredeyse kimsede görmediğimi söyleyebilirim. Gerçekten yaptığı müziğe, sanata bütün, her zerresini vakfetmiş bir insandı. Tasavvuf dediğimiz şeyin bir edebiyat olmadığını, yaşam biçimi olduğunu ben onda gördüm. Yani çok farklı bir insandı. Şöyle izah edeyim. O kadar ciddi bir teslimiyet içindeydi ki hani bacağı kesilmişti şeker hastalığından dolayı, damar yapısı çok inceydi vs. Çok ciddi sağlık sıkıntıları yaşadı. Ayağı kesildikten sonra bize kurduğu cümle, başında biz çok üzülüyorduk, “Çocuklar hiç üzülmeyin. Sizlere daha güzel neyler üfleyeceğim.” dedi. Ve hakikaten ameliyattan sonra doktorlar yaşamasına bile mucize gözüyle bakarken ameliyattan iki gün sonra bütün gün süren derslerimize başladık. Tamamen bir gönül insanıydı hoca. Çok sembolik bir ücret alıyordu. 20 lira, 30 lira gibi bir ücret alıyordu ve çok kötü koşullarda ders yapıyorduk. Kimi zaman bir porselen boyama derneğinin boş bir salonunda, kimi zaman... Nereyi bulursa yani...

‘HOCAM SANATINI HİÇ KENDİSİ İÇİN KULLANMADI’

Hiç sanatını kendisi için kullanmadı yani. Bir protez bacağı bile yoktu. Çok kötü koşullarda, kendine ait bir mekan bile olmadan çalıştı. Kendine ait bir sandalyesi, odası bile yoktu hocanın. Nereyi boş bulursa orada ders verirdi ve bütün gün, yeme içmeyi unutup öğrencilerine makam anlatan, o makamların felsefesinden bahseden bir insandı. Ki yani sıradan bir müzik öğretisinden bahsetmiyorum. Uşşak makamının perdelerinden bahsederken hoca, şey derdi işte, bu uşşak makamındaki si perdesi nota üstünde tek koma gösterilir ama aslında bu daha pestir. Bir baharat dükkanına girip baharat almadan çıksanız da onun kokusu siner üstünüze vs. Böyle tasvirlerle anlatırdı. Yani hiçbir zaman nazariyede bize işte dörtlüler, beşliler vs. bu şekilde anlatmadı. Onları zaten kitaplardan öğrenirsiniz dedi. Size aktarmak istediğim farklı şeyler. Hakikaten ben ondan dinlediğim hikayeleri, ondan dinlediğim tanımları çok az yerde gördüm. Çok sonradan fark ettim ki Mesnevi’den de çok örnek veriyormuş hoca. Bazen doğrudan söylüyordu Mesnevi’den alıntı yaptığını, bazen de sohbet içinde bir anekdot olarak anlattığı bazı şeylerin Mesnevi’de de olduğunu gördüm. Yani çok güzel bir gönül insanıydı. Çok farklı bir insandı. Biraz onu tanımanın da etkisi var. Onu tanımam da çok garip bir şekilde, nasıl diyeyim, yani hakikaten mucize gibi bir şey oldu. Benim çok yakın bir arkadaşım, Kanada’ya giden bir arkadaşım, ney üflemeye başladığını biliyordum ama bunun muhabbetini hiç yapmamıştık. Kanada’ya gittikten sonra da iletişimim kesilmişti. Sonra çok yakın başka bir arkadaşım Ekrem hocadan bahsetti. O da neye yeni başlamıştı vs. Kanada’ya giden bir neyzenden bahsetti vs. Sonra anladım ki benim Kanada’ya giden arkadaşım Burak’tan bahsediyor. Burak bir ara kapanmıştı Kanada’ya gitmeden önce. Neye sardığını bilmiyorduk. Çok çok iyi bir neyzen olmuş, çok kısa sürede. Bu hikayelerle tanıştım ben hocayla. Ben de tanımak istedim. Çevremdeki insanları bu kadar etkileyen bu adam kim diye. Gerçekten beni de çok etkiledi. Farklı bir insandı. İşlerim yoğun olduğunda derslere gidemediğimde beni arar, “Ya nerdesin canım benim, dur sana bir taksim yapayım.” derdi, neyini üflerdi telefonun karşısında. Öyle bir gönül insanıydı yani. Bizden 60 yaş büyük adam, bizi arkadaşı gibi görürdü. Aldığı sembolik ücreti de bir sene sonra almamaya başlardı. Sen benim arkadaşımsın, ben senden nasıl para alayım derdi. Çok farklı bir etkisi var. Çok keyifli bir tecrübeydi.

> Çok teşekkür ediyorum hocam, ağzınıza sağlık.

Ben teşekkür ederim, saygılar.