Ercan Çankaya

Zeyrek Yayınları’ndan çıkan Aşk Labirenti kitabının yazarı Berkiz Berksoy’la konuştuk. Akademisyen, küratör Berkiz Berksoy; Saint Benoit Lisesi mezunu. Lisans eğitimini, İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamlamış. Yüksek lisansını Yeditepe Üniversitesi Modern Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladıktan sonra doktorasını Strasbourg Üniversitesi’nde Sanat, Tarih ve Avrupa Medeniyeti Anabilim Dalı’nda Tanpınar üstüne yapmış. Aşk Labirenti başlıklı kitap, doktora tezindeki çalışmalarına dayansa da tezin oldukça genişletilmiş bir hali. Tezin orjinali, Fransa’da L’Harmattan Yayınları’nda basılmış.

Aşk Labirenti, yazarın Ahmet Hamdi Tanpınar hakkındaki tek çalışması değil. Fransa’da yayımlanan kitabı dışında Berksoy, Tanpınar’ın Huzur romanının Nuran karakterine odaklanan Hayatta Kal-ma-mak isimli serginin de küratörlüğünü yapmış. Yazarın yayımlanmış dört kitabı bulunuyor.

Yazarla kitabından Tanpınar’daki barok estetiğe ve Tanpınar’da aşk olgusuna kadar pek çok konuyu konuştuk.

> Öncelikle hoş geldiniz. Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim. Bu kitabı; sizin gibi bir edebiyatçı, bu alanda doktora yapan biriyle konuşmayı büyük bir şans olarak görüyorum.

‘TANPINAR’IN AŞKA NASIL BAKTIĞINI İNCELEDİM’

> Çok teşekkürler. Bu kitap Strasbourg Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ve Avrupa Medeniyeti alanında yazdığınız doktora tezinin Türk okur için yeniden düzenlenmiş hali. Akademik üsluptan kitap üslubuna uyarlamak için mutlaka düzenlemeler yapmışsınızdır. Onun dışında kitaba dönüştürürken tezde ne gibi düzenlemeler yaptınız. Eklemeler ve çıkarmalar oldu mu mesela?

Şöyle, aslında benim yaptığım doktora çalışması Fransa’da L’Harmattan Yayınları’ndan çıktı. Paris’te basılan kitapta bu konu yok diyebilirim. Ben kitapta, benim tezimin ana noktası olan kontrpuan üstünde dönüyorum. Kontrpuan, hayata dair noktaları yakalamak için Tanpınar’ın yazarlara önerdiği bir yöntem. Daha çok ruhun olduğunu, ama hayatı yakalayamadıklarını söyler Tanpınar. Belki siz de o sözünü hatırlayacaksınız. Oradan yola çıkarak yazılmış bir tez. Ancak Tanpınar’ın nesrindeki estetiği incelemek üzere kullandığım bir yöntem oldu. Başlı başına yöntemin kendisi oldu. Tabii ki o tez, aslen Fransız okurlara hitap etmek üzere içeriği düzenlenmiş bir çalışma. Üç ayrı bölüm var içinde. Son bölüm, en çok kendi katkımın olduğu bölüm. Çünkü hayatı, biyografyası, yeni Türkiye Cumhuriyeti içerisinde Tanpınar’ın konuları ele alışı bütün bunlar ilk iki bölümü kapsıyor. Büyük çeviriler yapmak gerekti. Araştırma, karşılaştırma döneminde Avrupa ve dünya yazarlarıyla birlikte karşılaştırmalı bir çalışma. Üçüncü bölüm, tamamen Tanpınar’ın nesrindeki estetiği açıklamak üzere yapılmış bir çalışma. Nesrindeki barok estetik üzerine. Hangi noktalarda, nerelerde, hangi kelimelerde, hangi motiflerle, hangi metaforlarla barok estetiği bulduğunu anlatmaya çalıştım. Barok estetiği işlevsel olarak kanıtlayan faktör kontrpuan. Bu faktörü ben, bu kitapta, yani Aşk Labirenti: Tanpınar’ın Huzur’unda Mümtaz ile Nuran başlıklı kitapta aşk düşüncesi, duygusu, Tanpınar’ın aşka nasıl baktığı, bu iki kişi arasındaki aşkı nasıl yorumladığı, yalnız Huzur romanını temel alarak sadece ve sadece Nuran’la Mümtaz arasındaki aşkı çözümlemeye ayırdım. Dolayısıyla çok genişletilmiş, tezin biraz ilerisine çıkmış bir çalışma bu. Tezimden tabii ki farklı. Çünkü tezimin çevirisi için ben birçok yere başvurdum. Tanpınar’ın eserlerini yayımlayan ya da onun üstüne çalışma yapan, yapılan çalışmaları yayımlayan yayınevleri veya üniversitelere başvurdum. Komplike, çok yorucu, yani kimsenin oturup çevirmek istemeyeceği bir çalışma. Zaten Tanpınar’ın kendisi başlı başına büyük dikkat gerektiriyor, bir de öyle bir çalışma. (Gülüşmeler) Pek kimse ilgilenmedi yani. Onun üzerine ben de hiç olmazsa doktorama ait bir şey kalsın, bir iz kalsın, burada Türkiye’de bir iz kalsın diye bunu yaptım.

TANPINAR’DAKİ KÜLTÜRLER VE SANATLAR ARASILIK

> Neden Türkiye’ye dair bir konu ve özellikle Tanpınar...

Çünkü ben, yurt dışında mecburen, evlendikten sonra bulundum. Giderek uzayan bir dönem oldu yurtdışı. Bir de çoluk çocuk derken... Sonra Türkiye’ye döndüm. Yeniden üniversiteye başladım 1997’de, kaldığım yerden. Fransız filolojisini bitirdim ben. 1976’da bırakmıştım. 1997’de af sınavları vardı. O sınavlara girdim. Orayı bitirdikten sonra devam etmek istedim. Çünkü hedefim, üniversitede kariyer yapmaktı. Masterda, Yeditepe Üniversitesi’nin Modern Türk Edebiyatı Bölümü’nü seçtim. Çünkü ben Saint Benoit’da okuduğum için Türk edebiyatında kendimi yetersiz hissediyordum. Hâlâ daha öyle yani. O büyük dönemleri görmemiş, iyice incelememiş biri olarak, her zaman hep boşluklar mutlaka olur ama edebiyatçı olarak yalnızca Fransız edebiyatı yeterli gelmedi. Türkiye’de de yaşayan bir insan olarak ve kariyer de yapmak istediğime göre modern Türk edebiyatı ilgimi çekti. Öyle bir alanda da mastera başvurdum.

> Doktoranız da masterın uzantısı...

Doktora da yurt dışında oldu.

> Anladım...

Tanpınar’ı niçin seçtim, pardon. İkinci kısmı sorunuzun... Neden Tanpınar’ı seçtim demiştiniz. Türk edebiyatında okurken, Tanpınar’ın en korkulan olduğunu gördüm. Eyvah bu hocanın öğrencisi mi olacağız derler ya öğrenciler. Ben de Tanpınar’ın zenginliğini öyle gördüm. Çünkü çok kültürler arası, sanatlar arası bir yazar. İşte müzik var, sanat var, heykel var eserlerinde. Başka yazarlardan söz ediyor. Doğu ve Batı’dan bir sürü yazardan. Yani kaynak çok zengin... Yirmi yıllık bir açığı nasıl kapatacağım ben. Ancak bu şekilde, bu zorluğu aşarak kapatabileceğimi düşündüm. Bana o zamanlar, ben olsam senin yerinde hiç Tanpınar’ı seçmezdim diyenler oldu. Ben de aksine Tanpınar’ı seçerek kendimde birçok şeyi kapatabileceğim, ondan çok şey öğreneceğim diye Tanpınar’ı o nedenle seçtim.

‘TANPINAR, TAM BİR DÜNYA YAZARI’

> Eşikte kalmış bir estet figürü olarak Tanpınar imajına itiraz ediyorsunuz. Kitabın temel temalarından biri de bu.

Evet.

> Bu sizin için neden önemli, yani Tanpınar’ın eşikte kalmış olması neden itiraz edilmesi gereken bir şey.

Tanpınar’a dair benim katkım, ufak da olsa bir katkım şöyle oldu. Tanpınar’ı eşikte değil, tam bir dünya yazarı olarak görebilmek oldu. Birazcık da belki karakter olarak, yani hani bu kadar büyük, önemli bir yazar, niçin hep eşikte, huzursuz, işte kararsız bir adam, yani hep olumsuz, pejoratif anlamlarda sanatçılığı, işte romancılığı, entelektüel duruşu hep kısıtlanmış, bir noktaya hapsedilmiş. Ben herhalde biraz tepkisel de hareket ediyorum. Bunu görmek istiyorum gerçekten bu böyle mi, yoksa değil mi şeklinde. Ve bu kadar büyük sanatçıların, böyle küçültücü sıfatlarla anılması zaten benim tabiatıma aykırı. Avrupa’da böyle bir şeyi pek görmedim çalışmalarda. Değerli noktası neyse, önce onu öne çıkartıp, onları anlatıp, yazarın üstün noktaları, onu öteki yazarlardan ayıran noktalarının önce belirlenmesi gerekir. Bir de otobiyografik bakış olmamalı yani.

'TANPINAR’A DAİR BİR ÇALIŞMANIN YURT DIŞINDA BİLİNMESİ ÇOK ÖNEMLİYDİ’

 > 2010’da Uluslararası Tanpınar Sempozyumu’nda tez sunumuzun kabul edilmediğini söylemişsiniz. Bunda bu yaklaşımınız mı etkiliydi yoksa teknik sorunlar mı?

Yaklaşım, nasıl?

>Tanpınar’a dair bu yaklaşımınız, teorik yaklaşımınız mı... Bildiri özeti sunmuşsunuzdur tabii.

Hayır. Türkiye’de yaptığım çalışmayı, mesela orada sunabilirdim. Fakat öyle bir imkan verilmedi.

> Anladım.

Ki hocalar biliyorlar yani, yurtdışında böyle bir çalışma yaptığımı. Hocalarım biliyordu. Yani, beni masterda yetiştiren hocalarım da biliyordu ama hocaların, tabii ki ne diyeyim hani, o işi hocanın farklı oluyor, hocalar arası bir şeyler oluyor. Sebebini pek anlayamadığım şeyler bunlar. Hissettiğim şeyler. Bildiri falan sunmamıştım. Öyle bir şey olmadı. Doktora çalışmalarımı yayımladım hep. Türkçe olarak, edebiyat dergilerinde yayımladım. Sorunuzda önemli bir nokta vardı. Sorunuzda önemli bir nokta vardı. Ne demiştiniz?

> Başvurup reddedildiğinizi düşündüm de...

Ben önce sözlü olarak, sonra e-mail atarak katılabilir miyim şeklinde sorduğum zaman bana “Çevirmenlerin sayısı çok fazla. Size yer veremeyeceğiz.” dendi. Yani resmen ekarte edilmiş oldum. Tepkim o yüzden 2010 Sempozyumu’na. 2010, benim doktorayı aldığım yıl. Tepkim ondan dolayı oldu. Halbuki orada yurtdışında Tanpınar hakkında yapılmış bir çalışmanın bilinmesi bence çok önemliydi.

‘TANPINAR, BAROK BİR DÜNYA YAZARI’

> Evet... Şimdi biraz kitabın daha içeriğine dair sorular soracağım. Tanpınar Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında verdi eserlerinin çoğunu. Arada kalmış estet figürü değerlendirmeleri de yine bu döneme referansla yapılıyor. Yani Meşrutiyet döneminde vermeye başladı eserlerini. Ama büyük eserlerini Cumhuriyet döneminde verdi gibisinden analizlerle “arada kalmış entelektüel figürü imajı bu kronoloji üstünden temellendiriliyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda.

Bu arada kalmışlık konusunda?

> Evet.

Bence başından sonuna barok biri yazarımız. İlk başta zaten şiirlerle başlıyor, değil mi?

> Evet.

Şiirlerini yayımlıyor...

‘YAHYA KEMAL, HEP BEN DİYEN BİR ŞAİR’

> Dergah dergisi var...

Evet, orada Yahya Kemal hocası... Bir de Yahya Kemal hep ben diyen bir şair. Yani, herkesi susturmuş. Ben yazamıyorsam, siz nasıl yazarsınız diyebilen bir şair. (Gülüşmeler.) Tanpınar, tabii hocasına düşkündü. Son derece büyük bir hayranlığı vardı. Ama onun karakter yapısıyla, Tanpınar’ın karakter yapısı çok farklı diye düşünüyorum.

‘ORHAN PAMUK ŞAŞKIN TANPINAR DİYOR’

Bu arada kalmışlık... Ben artık onun “arada kalmışlık” meselesini... Bu meseleyi, Orhan Pamuk bile getirir. Öyle değil mi? Şaşkın Tanpınar diyor. (Gülüşmeler) Benim bunlara çok itirazım var. Neden şaşkın? Her şeye o kadar hakim ki... Doğu’daki bilgileri, Osmanlıcasıyla, her şeyiyle... Doğu’dan bilgiler, şahsiyet portreleri falan... İbnül Emin Mahmut Kemal’in portresini yazdığı bir bölüm var, Edebiyat Üzerine Makalaler adlı eserinde. Özellikle o metin beni çok etkilemişti. O metinde de aynı o barok yaklaşımı görüyoruz. Eşik değil. Yani, orada duran, oraya mı geçeyim, buraya mı? Hayır, olabilir mi böyle bir şey. Bir sentez de değil onunki. Onunki bir armoni. Zaten barok estetik veyahut kontrpuanlar, armoni alanını ilgilendiren sözcükler, terimler. Yani eşikte kalmış olmadığını ben kesinlikle gösterdiğimi düşünüyorum.

‘PAUL VALERY NE KADAR ÖNEMLİYSE TANPINAR DA...’

> Huzur’da arkaplanda Osmanlı İmparatorluğu, Türkiye Cumhuriyeti, eski ve yeni düzen, düzensizlik, inanç, akıl, Avrupa ve Türkiye’nin bilinçleri eş düzeyde olan kahramanlarca sorgulandığını düşünüyorsunuz. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki ironi de Tanpınar’ın eskiyle yeni, Doğu’yla Batı arasında kalmış topluma evrensel, Batılı, modern bir gözle getirdiği bir eleştiridir aslında. Birçok yorumcu da buna katılıyor. Ne düşünüyorsunuz bu konuda? Biraz önce şeytanın avukatlığını yapıyordum. Evrensel, Batılı bir figür tabii Tanpınar sizin için de...

Yaşadığı yüzyılın entelektüeli diyebilirim. Yani Paul Valery ne kadar önemli bir entelektüelse Thomas Mann, Aldous Huxley -ki onun kontrpuan adlı bir romanı vardır- onlar kadar, eksiği olmadan, hatta belki daha fazla, bir Proust mesela, Proust’un ötesinde, ilerisinde birisi... Benim için illa o bir Batılı figür değil. Her iki kültürü de edinmiş, birlikte yaşayan bir yazar.

‘TANPINAR AŞKI TARİHİN, GELENEĞİN İÇİNDEN GÖRÜYOR’

> Anlıyorum. Erken dönem Cumhuriyet romanına, hatta edebiyatını en çok etkileyenlerden biri de Fransız filozof Henri Bergson. Kitabın 31. sayfasında yaptığınız alıntıda, Huzur’daki masalın anahtarını açan Nuran’dı deniyor. Tanpınar geleneği ve tarihi aşkın aynasından mı görüyor?

Daha doğrusu aşkı, tarihin içinden, geleneğin içinden, Batı’nın içinden, felsefenin içinden, zamanın içinden görüyor. Tam tersi. Sizin dediğinizin tam tersini düşünüyorum. Çünkü bütün o kaynaklarla birlikte aşkı ele alışı bana bunu düşündürüyor.

> Arada simbiyotik bir ilişki de var tabii ama.

Mutlaka var.

‘TANPINAR AŞKIN FELSEFESİYLE İLGİLENİYOR’

> Hakikate aşkla, yani bireysel aşk arasında...

Elbette. Ama bütün bunlarla birdir aşk, onu ilgilendiren. Yani aşkın bir felsefesi, değil mi? Yalnızca iki kişinin birbirine aşık olup evliliğe kadar bu işi götürmeleri değil. Tanpınar’ın Nuran’ı yalnızca bir kadın, bir anne, işte boşanmış bir anne, ailesiyle, annesiyle birlikte yaşayan, bir de genetik bir olumsuzluk taşıyan... Yani aşkın bir felaketle bitmesi, ayrılıkla bitmesi. Bütün ailesinde, babaannesine kadar galiba, bütün bunları yaşamış bir aile. Kendisinin de böyle sonuçlanacağını önceden sanki kafasında karar vermiş. Ve Mümtaz için kendisinin yeterli olmadığını düşünebiliyor. Neden? İşte Tanpınar’ın bu kültürel zenginlikleri çok fazla. Sanatçı, yazar, hani bütün o fazlalıklarıyla, o Nuran’a olan duyguları da içinde aynısını karşı tarafta göremiyor. Bulamıyor ama normalde de gerçekten bir araya gelmek istiyorlar. Birbirlerini evliliğe kadar götürmek istiyorlar, fakat işte bu İkinci Dünya Savaşı patlayacak romanın sonunda. Sona yaklaştıkça bazı olaylar da işin içine girdikçe özellikle Suat’ın intihar meselesi, yani bu Nuran’ın kesin tavır almasına, uzaklaşmasına neden oluyor.

‘BÜTÜN ROMANLARINDA KONTRPUANTİK BİR YAPI VAR’

> Evet. Tanpınar demek, insanı işitmek, anlamak diyorsunuz kitapta. Tanpınar’da insanı anlamak, bir akış içinde anlamak olarak anlaşılıyor. Bu akışı anlamak, nüfuz edebilmek için Nuran’a aşık olması gerekiyordu belki de. Nitekim aşklarının bozulduğu, Suat’ın devreye girdiği noktalarda Tanpınar’ın topluma bakışı da karamsarlaşıyor. İhsan figürünün temsil ettiği baba ve hakikat figürü ya da Nuran’da ifadesini bulan aşk ya da bireysel aşka karşı hakikat aşkı Huzur’daki masalın iki ana bileşeni. Siz de buna bir noktada hem röportajda değindiniz hem kitapta bahsediyorsunuz. Bu değerlendirmenin çalışmanızdaki yeri nedir? Tanpınar’daki aşk olgusunun toplumsal ve bireysel yönlerini sormak istiyorum biraz.

Yani biraz önce söylediğim gibi Suat’ın da işin içine girmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaşması... İşin toplumsal tarafı, sorumluluk duygusu. Bir entelektüel olarak şimdi ben ne yapıyorum. Aşk, meşk var ama böyle bir, çok ciddi bir durum var. Ağırlığını o yöne veriyor gördüğüm. Nuran açısından baktığımızda da onun daha çok aile içindeki, aile düşkünlüğü belki de. Kızına olan düşkünlüğü. İşte annesi... Evlat sevgisi, annelik görevi, sorumluluk... Aslında her ikisi de kendilerini ilgilendiren o sorumlulukları taşımaya karar verdikleri anda zaten giderek aşktan uzaklaşıyorlar. Kontrpuanda da o şekilde... Ben bir sözcüğü, bir dakika... (Çizerek anlatıyor.) Kavuşmazlık, asemptotik bir durum. Çizgiler birbirine giderek yaklaştığı andan itibaren ayrılmaya başlıyorlar. Yani bir yerde Nuran, bir yerde de Mümtaz. Yani tanjant geçmiş oluyorlar. Bu böyle. Kontrpuantik bir yapısı var. Bütün romanları aslında, Huzur’a baktığımız zaman da bu dört ayrı kişiye ayrılmış ya o bölümler, kontrapunktik bir yapı olduğunu görüyoruz orada da. Yani herkesin kendi, biraz önceki sorunuzda o eş güçte bilinçli karakterler... Yani monolojik bir yapı değil. Kitapta da tartışıyorum zaten.

‘HUZUR OTOBİYOGRAFİK BİR ROMAN DEĞİL’

Huzur otobiyografik bir roman mı? Bence değil, otobiyografik olamaz zaten. Otobiyografi Tanpınar’a yakışmayan ve Tanpınar’ın hiç yapmayacağı bir şey. Onları da ikinci bölümünde bu kitabın açıklıyorum. Yani bu asemptotik yapının romanın kendisinde, o dört sesin birbirine karşı, herkesin kendi açısından, yalnız kendisini düşünerek ve kendi bilinciyle gerçekleştirdiği eylemleri var.

‘NURAN’IN ACILARI ADLI BİR ÖYKÜ YAZMIŞTIM’

> Bitirirken söylemek istediğiniz bir şey var mı? Tanpınar üzerine çalışmalarınız devam edecek mi? Mesela vermek istediğiniz bir müjde var mı?

Çok isterdim öyle bir müjde olsun ama şu an için yok. Ama illa da yazı alanında çıkacak diye bir şey yok. Sanat alanında da olabilir. 2017’de ve 2019’da gerçekleştirdiğim bir sergi var. Orada ben kendimi Nuran olarak düşünerek, fotoğraf sanatçısıyla birlikte Nuran’ın çektiği acıları yansıtan bir sergi gerçekleştirmiştim. Hayatta Kal-ma-mak diye bir çalışma. O öyle çıktı. Zaten Nuran’ın Acıları adlı öyküyü yazmıştım. Sonra bu kitap. Tanpınar konusu verimli bir çalışma alanı oldu benim için. Her şey olabilir. Şunu hazırlıyorum, çalışıyorum, sürpriz diyebileceğim bir çalışmam yok.

> Hocam, çok teşekkür ediyoruz.

Ben teşekkür ederim sorularınız çok güzel, çok dikkatliydi.