Ekin Koç

Kara kış gelmedi belki ama on binlerce insanımızı kaybettiğimiz bir katliamla ülkemiz emekçileri kara kışı yaşadı. Kadim tecrübelerden gelen atasözlerimizden biri "Ateş düştüğü yakar" cümlesi. Doğru bir açıdan ama toplum bilinciyle dayanışmaya koşan yurttaşlarımız da o ateşi içten hissetti. Burjuvazinin, siyasal İslamcıların sözcüleri ise "Yüzyılın Felaketi" diyerek kendilerini hem aklamaya hem meşrulaştırmaya çalıştı. Oysa, yaşanan adlı adınca bir katliamdı. Göz göre göre gelen bir depreme önlem almamanın, kâr hırsıyla her yeri talan etmenin sonucu başka türlü olamazdı. Yaşananlarda, AKP iktidarının beceriksizliği, iş bilmezliği olduğu kadar, kapitalizmin de suçu var. Zaten bu ikisi AKP`nin iktidara geldiği günden beri el ele gitti. "Ticaret berekettir" diyen İslamcılarla, özelleştirme yanlısı liberallerin ortaklığı tesadüf değildi. Bu konuda çokça yazıldı. En kapsamlı kitap 2010`da Fatih Yaşlı ve Çağdaş Sümer`in editörlüğünde çıkan "AKP ve Liberal Muhafazakar İttifak: Hegemonyadan Diktatoryaya" adlı kitap. Tekrar etmeye, detaylandırmaya gerek yok. Uzun uzadıya yazıldı, çizildi her şey. Bu yazıda, içinde bulunduğumuz acı verici sürece nasıl gelindiğine dair kısa bir özet yapılmaya çalışılacak.

Hep söylenir; 1980 sonrası Türkiye neoliberal döneme girdi diye. Doğrudur, tekrarlamakta bir beis yok. "Sanayi burjuvazisi” yaratma ve iç pazara yönelik üretim anlamına gelen ithal ikameci sermaye birikim rejiminden, dış pazara üretim yapmak ve işgücünün olabildiğince ucuzlaması anlamına gelen ihracata yönelik sermaye birikimi rejimine geçildi. Özelleştirme süreçleri hızla başladı. Yoksulluk da hemen hemen aynı hızla arttı. Parçalılığı, bütün kolektif varlıkların özelleştirilmesini savunan neoliberal ideoloji ise sürecin meşrulaştırılmasında tutkal ideoloji oldu. Ancak, Türkiye`de özgül bir durum gerçekleşti. Siyasal islamcılık bu süreçte palazlandırıldı. Yalçın Küçük`ün dediği gibi emekçileri her gün lahmacun yemeye ikna edebilmek için öbür dünya vaad edilmesi gerekti. (1979:547) Bununlar birlikte sermaye kâr oranların en yüksek ve işgücünün en ucuz olduğu inşaat, tekstil, turizm gibi sektörlere aktı. Turgut Özal`ın 1. Körfez Savaşı`nda söylediği "Bir koyup uç alacağız" perspektifi piyasada, burjuvazinin kâr hırsında gerçekleşti.

2002'de tam anlamıyla iktidara gelen AKP ise iç ve dış dinamiklerin örtüştüğü özgül bir tarihsel dönemin ürünüydü. Özet olarak, Türkiye burjuvazisi sırtında yük olarak taşıdığı Cumhuriyet'ten, Aydınlanmacılıktan kurtulmak istiyordu. Bir yandan da sermayelerini başka topraklarda realize etme ihtiyacı hissediyorlardı. ABD emperyalizmi ise Ortadoğu`daki nispeten kamucu, bağımsızlıkçı iktidarlardan kurtulmak, bölgeye uluslararası sermayeyi sokmak istiyordu. Neo-Osmanlıcı hayaller bu noktada bir meşruiyet kaynağı olarak düşünüldü. ABD, Türkiye`ye bir taşeron rolü vermişti. Ancak, planlar Suriye halkının ve hükümetinin direnişiyle duvara tosladı. Velhasıl, Türkiye sermayesi, birkaç senedir sürtüşmeli gözükseler de, AKP`yi kendisi yarattı. Bu süreçte inşaat sektörü finans sektörüyle işbirliği halinde gitti. Siyasetle, bürokrasiyle içli dışlı oldu inşaat patronları. Bu sektörün gelişimiyle berabe borçlanma da büyümüştür. Mali kaynaklarını, dış krediler bulmuştur. Çoğu inşaat malzemesi ithalata bağımlıdır çünkü. Bu süreçte kentsel dönüşüm gündeme gelmiştir. Emekçi yurttaşları mülksüzleştirme yoluyla rant elde edilmiştir. Başka bir deyişle sermaye birikimi inşaat sektörü üzerinden büyümüştür. İşçi ve emekçilere düşen pay ise yoksulluk olmuştur. İnşaat patronları bu dönemde siyasi iktidarla daha fazla içli dışlı olmuştur. Özellikle gelmesi beklenen İstanbul depremi çok tartışılıyor. 20 milyon insanın yaşadığı sıkış tıkış bir kent. Binaların nasıl yapıldığı, halkın ne şartlar altında yaşadığı meçhul. Peki neden 20 milyon insan bu kadar insanı almayacak bir şehirde yaşıyor? Sebebi serbest piyasa düzeni elbette. Kabaca, ticaret, sanayi burada. Neden burada? Çünkü, dünyaya açılan bir şehir. Ucuza üretim, yüksek kârlar söz konusu. Lojistik olarak da elverişli. Kâr oranları böyle yükseliyor. Fazla insan, fazla konut ihtiyacı derken kapitalizmin temel çelişkilerinden aşırı üretim söz konusu oluyor. Yüz binlerce evin boş olduğu her kriz sürecinde gündeme geliyor. Müteahhitler, insan canınını umursamamaya devam ediyor... Kuşkusuz, daha da genişletilebilir bu yazı. Ancak bir köşe yazısı formatında, yazıyı sınırlı tutmak zorundayım.

Peki ne olacak? Ya da ne yapmalı? Ne olacak sorusunun cevabını mücadelenin ve tarihin kendisi belirler. Ancak, deprem katliamından sonra bir korku eşiğinin aşıldığı kesin. Annesini, babasını, kardeşini, ailesini, akrabalarını kaybeden insanları en fazla neyle korkutabilirsiniz ki? Sürgün mü, hapis mi, cop mu? Geçiniz... Ancak elbette ki buradaki tepkinin sürekli kılınması için örgütlenmesi şart. Komünistlerin, sosyalistlerin, devrimcilerin burjuva devletin kriz anlarındaki refleksleri ise insanın gözlerini yaşartan bir dayanışma örneğine yol açtı. Neden bu kadar başarılı oldular? Birinicisi; burjuvaziye ve çeşitli fraksiyonlara yedeklenmediler. İkincisi kendi üyeleri ve dostlarından gelen katkılarla hareket ettiler. Üçüncüsü; kendi üyeleri emekçi sınıfların içinden geliyordu. Bir yandan da burjuva devleti her makro ya da mikro kriz dönemlerinde Mr. Hyde yüzünü ortaya koyuyor. Baskı aygıtları yoluyla emekçi halkı korkutmaya çalışıyor. Ancak, şu saatten sonra çok da başarılı olamayacakları aşikar.

Korku eşiği bir ölçüde aşıldı demiştim. Ya sonrası? Aydemir Güler, soL Haber Portalı`nda 04.03.2023 tarihli yazısında çok haklı olarak: "Türkiye piyasacılığın geri çekileceği ve kamuculuğun alanının genişleyeceği; dinselleşmenin budanacağı ve laikliğin geri geleceği bir evreye girmeye artık yazgılıdır." diyor. Elbette emekçi sınıfların mücadelesiyle.

Toplumla bağı hiç olmayan Orhan Pamuk`un tek güzel romanı, Orhan Kemal roman ödülünü de almış olan, "Üç İstanbul"vari "Cevdet Bey ve Oğulları"`dır. Belki de başarı olmasının sebebi kendi ailesini anlatmasıdır. Her neyse, bunu neden mi anlattım? Yapılması gerekeni, Cevdet Bey karakterinin Jöntürk abisi Nusret söylüyor: "Hiç uzlaşma yok! Her şey en derin yerinden, kökünden sökülü atılmalı. Uzlaşma yok!" ( 2019:77) Başka bir tarihsel kesitte, burjuva devriminin şafağındaki bir kurmacada söylenen bu sözler, bugün için de geçerlidir. Aksi halde, burjuvaziyle ve çeşitli siyasal temsilcileriyle uzlaşma halinde yani, düzen, kendi karanlık, kirli kollarına çeker. Jöntürklerin, İttihatçıların da toplumsal sorumluluk duyguları ve mücadelecilikleri mirasımız arasındadır ne de olsa.

Başlığa atfen yazıyı bitireyim. Film, 1600`lar Fransa`sında geçmektedir. Saint Coulombe, Viyola ustası bir müzisyendir. Eşiminin ölümünden sonra kendi haline çekilmiş, dünyaya kapılarını kapatmıştır. Ancak, kral, onu saray müzisyeni olmaya davet eder. Bütün olanakları ayağının önüne serer. Coulombe, elinin tersiyle hepsini iter. Hayatında sadece sığınacak bir liman olarak gördüğü müziği, iki kızı ve anıları vardır. Krala: "Ellerimde batan güneşi,kötü giysilerimi sunduklarınıza tercih ederim. Kralin viyolonisti olmaktansa, sizin gibi olmaktansa tavuklarımı tercih ederim.! Sizin sarayınız bir kulübeden ve etrafınızda tek bir insan bile yok." der. Belki reddedişleri tüm bunları ve yaşamı anlamsız bulmasındandır. Niyetinin politik bir tavır almak olmadığı düşünülebilir ama nesnel olarak politik tavıra işaret etmektedir, kralın sunduğu bütün olanakları reddetmek ve karşılarında onları aşağılamak. Alacağımız miras, mevcut düzeni ve temsilcilerini reddediştir. Yeni bir ütopya ve dünya ancak böyle kurulur. Filmin bir yerinde "Dünyanın bütün sabahları geri dönüşsüzdür." repliği geçmektedir. Belki henüz emekçi halkımız için sabah olmadı. Belki seher vaktindeyiz ama işçi sınıfının ve emekçi halka ait geri dönüşsüz sabahların geleceği umuduyla. Kim bilir? Belki tüm karanlık, uyuyamadığımız geceler biter, cıvıl cıvıl seslerin dünyayı sardığı neşeli sabahlar başlar...

*Alain Courneau`nun yönettiği "Dünyanın Btünü Sabahları" filminden.

Yalçın Küçük, Bir Yeni Cumhuriyet İçin,1979, Tekin Yayınevi, İstanbul

Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları, 2019, Yapıkredi Yayınları, İstanbul