Kurban bayramının toplumumuza esenlik, ekonomik yeterlilik ve mutlu olmayı sağlayacak barışseverlik gelmesine vesile olmasını temenni ediyorum.

******

     Yazık ki iyi niyet ve temenniler iyimser olmaya yeterli olmuyor!

     Bayram duyguları bile, içine düştüğümüz yakıcılığın acılarını hafifletmiyor!  

     Ülkemiz; açgözlü ve ihtiraslı politikacılar ve uyumlanmış belli bürokratlar yüzünden umutvarlığını yitirmiş durumdadır.

     Umudun tükendiği yerde bayrami duyguların, mutluluğun, esenliğin ve özgüvenin eseri kalmaz.

     İnsanın kendine olan saygıyı yitirdiği koşullarda ne sağduyulu davranış ve ne de hoşgörü kalır.

     Alın teri ve insan onuru ile ekmeğini kazanmak umudu yitildiğinde, açgözlü doymaz muhterislerden kapmak güdü ve sapması gelişir. Giderek toplumsal güvenliği sarsan boyuta varır.

     “Gemisini kurtaran” kaptan görüldüğünde, “kır şişeyi dön köşeyi” anomalisi meşruluk kazanmaya; herkes kendi hukukunu yaratmaya başlar.

     Son zamanlarda kamuoyuna yansıyan örneklerde görüldüğü gibi; belli güç odakları; siyasetçi-bürokrat-güvenlikçi-mafya işbirliği şeklinde, gayrimeşruluk olarak olağanlaşır.

     Böylesi koşullarda halk için “bıçak kemiğe dayanmış” olur.

     Açlıktan kiler delmeme sabrını gösterenler bile sabrın sonuna gelir.

     Artık toplumsal barıştan söz edilmez olur!

     Nefeslerin kokmaya başladığı yerde saray ile aynı anda 3-11 adet maaş alan yaşamın gözlere sokulması, toplumsal barış mı sağlayacaktır!

******

     Yıllardır Türkiye, yönetenler tarafından avutuluyor: Kimi zaman terör örgütüyle “açılım” denerek oyalanarak seçimler kazanıldı. Kimi zaman “80 yıllık araya son” vermek için bir başka hain terör örgütüyle işbirliği yapılarak muhalifler sindirildi.

     “Hain darbeci" terör örgütü işbirliği veya “ayrılıkçı terör” örgütü militanlarının tanıklığı ile laik sosyal hukuk devletinin temelleri sarstırıldı. Cumhuriyetin kurucu ve koruyucusu Türk Ordusu’na “kumpaslar” kuruldu.

     Bunlar yetmez görülmüş olalı ki; hain darbe “Allah’ın bir lütfu” görülerek TSK’nın 2500 yıllık geleneği değiştirilerek ordu parçalara bölündü. Ege’deki sınıra yönelik Yunan emrivakileri görmezden gelinerek Suriye’nin parçalanmasına öncelik verildi. Bu uğurda Türk Ordusu Ortadoğu bataklığına gömüldü.

     Suriye için bölücü olan ve IŞİD ile Taliban takviyeli ÖSO; eğit-donat yöntemiyle teçhiz edilip maaşa bağlanarak Suriye’ye saldırtıldı. “Suriye PKK’sına devlet kurdurmam” diye diye ABD’nin “kara gücü” ve “petrol bölgesi” yaratıldı.

     Suriye’nin IŞİT-Taliban karakterli şeriatçı nüfusuna Türkiye sınırları açıldı. Hem silahlı güçlere ve hem de “sığınmacı” kimselere yapılan istikrarlı ödemelerle sığınmacı göçü özendirildi. Türkiye nüfusunun demografik durumu değiştirildi. Türk yurttaşlarının mutfaklarında yangınlar yayılır ve işsizler ordusu büyürken; imtiyazlı Suriyelilerin her bayramda ülkelerine gidip ziyaret ederek dönme olanakları sağlandı.

     Mehmetçik Suriye’de şehit olurken, Suriye’nin gençleri Türkiye’de sefa sürüyor.

     “Sığınmacı” olarak tanımlananlar, Türkiye’yi doğumevi haline getirdi. Gelen yetişkin sığınmacıların ne kadarı vatandaş yapıldığı bilinmiyor. Ama doğumlarla bunlara binlerce doğal vatandaş ekleniyor.       

    Bütün Arap dünyası halkı, Türkiye’de konut almaya, bu yolla vatandaş olmaya özendiriliyor.

    Türkiye’nin bütün mahalle ve sokakları, Suudi Arabistan’da bile olmadığı kadar, gözlerine kadar kara çarşaf bürünmüş kadınlarla, şalvarlı sarıklı adamlarla doldu. Kimin Talibancı, kimin IŞİDci, kimin kripto olduğu belli değil.

    Yeni akın ise; Afganistan’dan başladı. Gelenlerin tamamı gençlerdir. Suriye ve Irak gibi komşu bir ülkeden değil, sınırlarımızla arasında başka devletlerin olduğu Afganistan’dan. Bu gelişler tesadüfi midir?

******

   Bakınız, Afganistan ne anlama geliyor:

   Türkiye’yi yönetenler; “dava” dedikleri amaca ulaşmak için her yola başvurmaktadır.

   İkinci dünya Savaşı sürecinde Stalin Rusyasının tehditi karşısında Türkiye, Amerika’ya yaklaştı. O zamanki hükümeti; 1952 yılında TBMM kararı bile almadan ABD’ye destek için Kore’ye asker göndermişti. Bir tugayı adeta kurban verdi. Karşılığında NATO’ya alındı.

   O günden beri ABD ile Batı; Türk askerine “ihraç” konusu olarak bakmaktadır. Nitekim uluslararası spekülatör George Soros bile, “Türkiye’nin en önemli ihraç malı ordusudur” dedi.

    Türkiye baş yöneticisi, aylarca bekledikten sonra ABD Başkanı tarafından kabul edildi. “24 Nisan” gününü “soy kırım” olarak kabul etmesine bir sitemde dahi bulunma gereği duymadı. Fakat Amerikan askeri yerine Türk askerini Afganistan’a göndermesini vaat etti.

    O Afganistan ki,  %75’i Taliban kontrolündedir. Giderek ülkenin tamamına egemen olma yolundadır. Buna rağmen Türkiye, “130 milyon dolar” karşılığında Türk askerinin çekilmekte olan coni yerine Karzai hava alanını koruya gidecek.

     Bunun üzerine Taliban sözcüsü Süheyol Shaheen bir açıklama yaptı: “Tüm yabancı güçler Afganistan’dan çekilmelidir. (Türkiye’nin Kabil havaalanına gelmesi) akıllıca bir şey değildir. Bizim egemenliğimizin ihlalidir. Ulusal çıkarlarımıza aykırı olan böyle bir işgale izin veremeyiz! Eylül’den sonra ülkede kalacak tüm yabancı askerler işgal gücü (düşman) muamelesi görecektir” dedi.

    Demek oluyor ki Ruslar’ın 10 yılda, Amerikalıların 20 yılda boyunun ölçüsünü aldığı Afganistan’a, Türk yöneticileri Türk askerini boy ölçmeye gönderiyor!

    Libya’dan sonra Afganistan’dan da mı şehitler gelecek!

    O yüzden İyi Parti Genel Başkanı haklı olarak; “Afganistan’ı kim bu hale getirdiyse bırakın o toplasın. Sırf Başkan Biden’e şirin görüneceksiniz diye riske girmenin akılla izah edilebilir yanı yoktur” diyor. 

    Buna rağmen iktidarda kalmak için Türkiye’nin ve halkının aleyhine olan her yol ve yöntem “mübah” görülmeye devam ediliyor!

******

    Aslında yöneticiler tarihten ibret almayı başarsa, Türkiye birçok musibetten uzak kalır.

    Nitekim 17 Ocak 1991’de Irak devlet Başkanı Saddam’ın Kuveyt’e saldırısı (birinci körfez savaşı) öncesini hatırlamak gerekir. Çünkü ABD’nin azmettirmesiyle İran’a saldıran Saddam, büyük cüret kazanmıştı. ABD ise, BOP’u gerçekleştirmek için Kuveyt’e saldırıyı fırsata çevirdi. Müdahale etmeyi kendine hak gördü. 24 Şubat 1991 tarihinde kara hareketiyle Saddam’ı Kuveyt’ten çekilmeye mecbur etti. 3 Mart 1991 günü de Irak askeri Heyeti ile “Müttefik Kuvvetler” adıyla ateşkes imzaladı.

    Savaş sona erdi, ama Irak’ın kuzeyi ile güneyinde isyanlar patlak verdi. Irak kuvvetlerinin isyanları bastırması, yüzlerce Kürt ile Türkmen’in ölmesi ve göç etmesi sonucunu getirdi. Türkiye’ye yoğun sığınmalar başladı. ABD, İngiltere ve Fransa’nın desteğiyle Avrupa Topluluğu, Lüksenburg’da bir konferans topladı. Irak’ın kuzeyinde bir “güvenlik bölgesi” kurulmasını kararlaştırdı. Bu bölgenin güvenliği için de, müttefik kuvvetlerin çekilmesi ve yerine aynı müttefiklerin 5 000 kişilik “Çekiç Güç” oluşturmasını kabul etti.

   Türkiye Cumhurbaşkanı Özal da “bir koy üç al” sloganıyla yangına körükle katıldı. Çekiç Güç merkezinin Silopi olmasını kabul etti.

    Oysa aynı günlerde Cumhuriyet Gazetesi yazarı Uğur Mumcu; savaş başlamadan önce (5 Aralık 1989’da) şunları yazmıştı: “…ABD ve diğer batılı ülkeler niçin birden bire Kürt yanlısı oldular? Bu soruya yanıt aramak zorundayız. ABD için sorun İran, Irak ve Türkiye’nin diğer bölümlerini kapsayacak bir Kürt Devleti üzerinde şimdiden egemen ve olası petrol yataklarını bir Kürt Devleti aracılığıyla elinde tutmaktır.”

    Ki petrol konusunda bir kitap yazan gazeteci Raif Karadağ;  1970’lerde faili meçhul bir suikaste kurban gitmişti!

     Aynı U. Mumcu 23 Aralık 1992’de ise; “Çekiç Güç, ülke savunmasının bir kısmını taşarona vermek anlamına geliyor. Hem bu anlama geliyor, hem de Irak’ın iç işlerine karışmak anlamına geliyor. İşler bununla da bitmiyor. Çekiç Güç, Kuzey Irak’ta oluşan Kürt Federe Devleti’nin kurulup gelişmesini sağlıyor. Önce Çevik Güç, sonra Çekiç Güç ile ABD, gün geçtikçe Ortadoğu’yu egemenliği altına alıyor…” tespitini yaptı.

     Bunun ardından, 8 Ocak 1993 günlü “ültimatom” başlıklı yazıyı yazdı. A. Öcalan hakkında araştırmalar sürdürürken, 24 Ocak 1993 günü arabasına yerleştirilmiş patlayıcıyla evinin önünde havaya uçuruldu.

     17 Şubat 1993’te de, Çekiç Güc’ü Türkiye güvenliği ve geleceği bakımında olumsuz gören ve ABD uçaklarıyla PKK mensuplarına çeşitli mühimmat atıldığını tspit eden Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis; uçağının düşmesiyle şehit oldu (!).

    Bunlardan sonra, 2 Temmuz 1993’de Madımak yakılması ve intikamı alınır görüntüsü verilerek 5 Temmuz’da Başbağlar katliamı ile toplumun “tok midesi” üzerinde oynanarak iç savaş zorlandı. Şükür ki Türk toplumu bu oyuna düşmedi.

    Düşmedi de yöneticiler ders mi aldı?

******

    Anadolu’da aşırı zorlama veya baskının olumsuzluğunu, sabrı zorlanmasını anlatmak için; “dolu midenin üzerinde oynuyor” denir. Bu atasözüyle sabır taşının çatlaması nedeni ifade edilir.

    Türkiye’yi yönetenler de ne yazık ki halkın sabrını taşırmak için her eğriliği evla görmekteler.

    Örneğin halk, ekonomik bunalım içinde hala sabrediyor. Oysa toplumsal barışın dinamitlenmesi, kaotik ortamın yaratılması, demokratik laik hukuk sisteminin yok edilmesi vs için, dış odaklar kadar iç odaklar da boş durmuyor.

    Özellikle Temmuz ayı, Türk halkı için bir kapan ayı yapıldı.

    Sivas Alibaba, Çorum, Maraş ve Sivas Madımak olaylarıyla bir iç savaş koşulları yaratılmak amaçlanmıştı. Mağdur olanların sabrı karşısında, bu kez de Başbağlar dramı yaratılarak katleden ve yakan güruh yeniden saldırtılmaya çalışıldı.

    Devleti yönetenler, mazlumların yanında değil, zalimlerin yanında durdu. Temmuz sıcağında Madımak’ta 33 yurtseverin kavrulmasına 8 saat seyirci kalan devlet görevlileri; sonraki süreçte de bakan düzeyinde adalet önünde o zalimleri savunur oldular!

     İşte o zamanın Başbakanı ( T. Çiller); 2 Temmuz 1993’de yananlar için üzüntülerini ifade edeceğine; “çok şükür otelin dışındaki halkımız yangından zarar görmedi[1]” dedi. Kendileri için muteber saydığı halk, galeyan haldeki yakan bir güruh idi.  

     MSP il başkanlığından zaman içinde Başbakan makamına yükselen Recep T. Erdoğan ise; 28 yıl sonra zaman aşımı gerçekleştiğinde; “milletimiz, ülkemiz için hayırlı olsun” dedi.[2]

     Sonraki süreçte de o mazlumlara manevi akraba saydığı K. Kılıçdaroğlu’nu ikide bir kökeni itibarıyla o zalimlere hedef gösterdi. Çubuk’ta linç edilme girişimi karşısında hükümeti üyeleriyle güvenlikçiler adeta seyirci kalırken; “geçmiş olsun” demeye bile lüzum duymadı!

******

    Yakın zamandaki dramları anımsamadan Türkiye’de siyaset yapan veya iktidar olan kimselerin; dünün GLADYO yapı yerini yeni yapıların almasına meydan verme olasılığı, büyük bir talihsizliktir.

    Halkın şoven çıkarlar uğruna ajite edilmesi; bayramlık duygularla birbirine sarılmasını önlemeye yönelik her siyasi ve partizan söylem; “tasada ve kıvançta bölünmez bütün olma” idealinden uzaklaşmak olacaktır.

    Bu kaygılar içinde ve bir bayram duyguları içinde neden karamsarlık ifadelerde bulunmam, umarım doğru anlaşılır.


[1] 3 Temmuz 2021, Korkusuz, Ü. Zileli

[2] A.g