Her  zaman olduğu gibi yine yakın geçmişte olanları unuttuk ve unutturulduk.

Çorum, Sivas, Malatya, Kahramanmaraş’ta olup bitenleri, buralarda katledilen canları aklımızın ve yüreklerimizin gerilerine atıp, üzerlerini de kalın bir tabakayla kapatmadık mı? 

Özellikle 1977 ve 1978 yıllarından başlayarak, ülkede sünni – alevi, Türk – Kürt ayırımcılığının körüklendiği dönemleri de hiç yaşanmamış gibi kabullendik.

1978 yılının son bahar mevsimindeydik.  Uzun zamandır sistemli ve disiplin altında yürütülen  provokasyonlarla, Maraş’ta katliamın ayak sesleri gittikçe yükseliyordu. “Aleviler camilerimizi yıkacak, Müslümanları katledecek, ülkeyi CHP li ve solcular işgal edecek” gibi akıl almaz tahriklerle Maraş halkı galeyana getiriliyordu. Bu tahrikler sonucunda, önü alınamaz çatışmalar, yaralanmalar ve hatta sayısı bugün dahi tam olarak bilinemeyen ölümler de peşi sıra geliyordu.  Artık Maraş bir iç savaşın içine düşürülmüştü. Özellikle sol görüşe sahip insanların yaşadığı semtlerde, çoluk çocuk, genç demeden insanlar öldürülüyordu.

Maraş’ta başlatılan gerici ayaklanma ve katliama dönüşen olaylar ne ilkti, ne de son olacaktı.

2 Temmuz 1993 yılında Sivas’ta  hepimizin yüzünü kızartan, utanç verici gerici dinci ayaklanmayı da bir kez daha anımsayalım mı?

Sivas Madımak Otelinde, önceden gerekli makamlardan izin alınarak düzenlenen “Pir Sultan’ı Anma” etkinliğinde, radikal İslamcı örgütlerin vahşi eylemlerini sanırım anımsadınız. Otelde bulunan 33 alevi aydınla birlikte, 2 otel çalışanı bu canavar İslamcı grup tarafından yakılarak katledilmişti. “Kahrolsun laiklik”, “Yaşasın  Şeriat” sloganlarıyla katliam yapanların, aradan geçen bunca yıla karşın, gerekli cezaları almadıkları da tarihe geçiyordu, Laiklik karşıtlığı, Atatürk düşmanlığı ve şeriat özlemleri, ne yazık ki  bugün dahi geçerliliğini korumaktadır.

Madımak katliamının üzerine bütün güçleriyle gitmesi gerekenler, bu vahim olayı önemsemediklerini de sözleriyle ifade etmekten geri durmuyorlardı.

Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Olay münferittir, ağır tahrik var, bu tahrik sonucu halk galeyana gelmiştir.” diyerek adeta katliam yapanları aklıyordu.

Yine dönemin Başbakanı Tansu Çiller, “Çok şükür otel dışındaki halkımız zarar görmemiştir” sözleriyle, yakılarak öldürülen 33 aydınımıza neredeyse “iyi ki ölmüşler” yaftasını yapıştırıyordu.

Yine anımsayalım. Bugünün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, af yetkisini kullanarak, bu katliamın bir numaralı faili olan Hayrettin  Gül’ün ömür boyu ceza almasına rağmen affediliyor ve hapisten çıkartılıyordu.

28 Şubat veya “FETÖ  Kumpası” olarak bilinen önceden programlanmış bir davada, 80 ve 90 yaşları arasında bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerinin  komutanları, orgeneralleri hala cezaevlerine tutuklu olarak ölüme terkedilirken, onlarca insanı yakarak katledenler dışarıda ellerini kollarını sallayarak dolaşabiliyorlar.

Peki 28 Şubat neydi ve neyi anlatıyordu?

28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Toplantısında oy çokluğu ile alınan bir kararda, son zamanlarda dinci örgütlerin, tarikat ve cemaatlerin devletin anayasal  yapısıyla bağdaşmayacak şekilde eylemlerde bulundukları ifade ediliyordu. Ankara Sincan’da Refah Partisi tarafından hilafet ve şeriat çığlıkları altında düzenlenen Kudüs gecelerini, İran Büyükelçisinin irtica bağırışları altında yaptığı konuşmaları bugünkü gibi gözlerimizin önünde geçen birer film şeridi gibiydi. Ülkenin birçok yerinde yaşanan gericiliği  protesto etmek amacıyla her gün bir dakika  ışıkların söndürülmesi eylemleri bile hükümet tarafından aşağılanıyor,  dönemin  Adalet Bakanı tarafından  “mum söndürme eylemi” gibi  utanmazca  hedefe konuluyordu. İrtica heveslisi olan gerici grupların ülkenin birçok noktasında gerçekleştirdikleri eylemler, hükümet tarafından sessizce karşılanıyor, hatta bu gruplara bir şekilde destek de veriliyordu. Bütün bu ve benzeri bölücü ve kışkırtıcı eylemlere dur deme görevini hükümet yerine getirme refleksini göstermeyince, Türk Silahlı kuvvetleri Anayasanın kendisine verdiği ülkesini koruma ve kollama  görevini yapmak üzere bir bildiriyi kaleme alıyordu. Milli Güvenlik Kurulu bildirisinde, “Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı yıkıcı ve bölücü  grupların  laik ve antilaik ayırımı ile, demokratik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye  yeltenenlerin müşahade edildiği” belirtiliyordu. Milli Güvenlik Kuruluna getirilen bu  uyarıları içeren ve bildiri olarak nitelendirilen kararlar, o dönemin kurul üyelerince de imzalanıyordu. Yani  Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Necmettin Erbakan, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller, İçişleri Bakanı Meral Akşener, Genel Kurmay Başkanı ve kuvvet komutanları bu bildiriye paşa paşa imza koyuyorlardı. Ancak bir zaman geçtikten sonra, bildiriye imza koyanlarla birlikte, Feto hayranları da harekete geçiyor ve bildiriye imza koyan komutanları hapse tıkmayı içlerine sindirebiliyorlardı.

Ülkeyi birer kan gölüne çevirmekten geri durmayanlar ellerini kollarını sallayarak dolaşırlarken, sadece yasaların kendilerine verilmiş görevi  yerine getirmek istedikleri için, yaşlı ve hasta birçok komutanlar demir parmaklıklar arasına gönderiliyordu.

Türkiye artık milliyetçi ve İslamcı bir yönetim anlayışının sarmalına girmiş durumda. Bu gücün karşısında durabilecek örgütlü yığınlar sahneye çıkmadığı takdirde, daha pekçok Sivasları, Maraşları, Çorumları yaşayacağımızdan kuşku duyulmamalıdır.