2002 Dünya Kupası’nın açılış maçı…

Son dünya şampiyonu Fransa’nın rakibi, küçük bir Afrika ülkesi olan Senegal.

Babam heyecanla maçı izliyor.

Senegal atağa geçtiğinde seviniyor, Fransa atağa geçtiğinde üzülüyor.

Senegal gol atıyor havalara uçuyor.

Golden sonra 11 yaşındaki bir çocuğun saflığıyla soruyorum.

Baba, “Fransa, Senegal’den daha güçlü neden bu sevincin?”

Tabi sorunun arka planında atari oyunları var.

Oyunun tam adını hatırlayamadım ama böyle bir karşılaşmada seçeceğim takım Senegal olmazdı, çünkü kaybetmek istemezdim.

Babam da zaten uzun uzadıya bir açıklama yapmıyor.

Zayıf takımın yanındayım manasında bir şeyler söylüyor.

11 yaşındaki bir çocuk nereden bilebilir ki Senegal’in eski bir Fransız sömürgesi olduğunu, bağımsızlığını Fransa’ya karşı mücadele ederek elde ettiğini.

Neyse babam sevdi diye Senegal’i desteklediğim o günden sonra turnuvanın iki takımı göze batıyor.

Gazetelerin spor sayfalarının manşetlerinde hem A Milli Futbol takımımızın başarısı hem de Senegal’in şaşırtan yükselişi var.

Hepimizin bildiği üzere kupanın çeyrek finalinde Senegal ile karşılaşıyoruz.

Tarih 22 Haziran 2002… Kazanan yarı finale çıkacak.

90 dakika boyunca ne biz ne Senegal topu ağlarla buluşturamıyor.

O tarihlerde altın gol uygulaması var.

Uzatmalarda İlhan Mansız altın gol uygulamasına yakışır bir vuruşla topu ağlarla buluşturuyor, milli takımımız yarı finale çıkıyor.

Kazanıyoruz ama ne medyamız ne yurttaşlarımız ne de siyasilerimiz Senegal’le ilgili tek bir kötü söz söylemiyor.

Sportmenlik konuşuyor her yerde.

Bağımsızlık mücadelesi vermiş iki ülkenin yeşil sahalardaki mücadelesinin böyle bir tatlı anısı vardır bende…

Şimdi gelelim bunu neden anlattığıma?

Belki sizler de o günleri hatırlar, geçmişe yaptığınız bu yolculukta bir futbol müsabakası üzerinden ahlaki yozlaşma yaşamamış bir toplumun o güzel günlerini hatırlamak istersiniz dedim.

Futboldan siyasete kadar uzanan bir yelpaze düşünün.

Bu yelpaze içerisinde ne kadar da değiştik.

Bu değişim bize hiç iyi gelmedi.

Yeni Türkiye dedikleri, yozlaşmış bir toplum, ahlaksız siyasetçiler, dinlenmeyip alay edilen kanaat önderleri yarattı.

İktidar cenahındaki yozlaşmayı biliyoruz.

Sürekli onu konuşuyoruz.

Ama kendi evimizin önünü süpürmeyi akıl edemez olduk.

Biz de değiştik.

Kazanma hırsı uğruna, yanlışı savunmayı haklılık sandık.

2002’den bugüne geçen 22 yıllık zaman diliminde siyasi hayatımızda bir tek adam doğdu.

Biz ise o tek adamı yenmek için yeni bir tek adam etrafında birleşmeyi göze alır olduk.

Hikayesi ona benzeyen, mağduriyetlerden beslenen, zengin, kibirli bir adamı onun alternatifi haline getirdik.

Ne kadar tuhaf?

Gazeteci Mustafa Hoş, yeni bir çalışmayı kaleme aldı.

Adı “Türk Naziler”

Kitabı henüz okuyamadım en kısa zamanda okumak istediğim bir çalışma olduğunu Mustafa Hoş’un attığı bir tweetten anladım.

Şöyle diyordu Mustafa Hoş,  

“Atatürk’ün ölümünden sonra kuvayı milliye yerine müesses nizam oluşturuldu.

Müesses nizamın taşıyıcı kolonları da islamcılar, milliyetçiler ve ulusalcılardı.

Önce nazilere hizmet ettiler sonra da abd/emperyalistlere. ve tüm kötülükler bayrak, din ve ulusalcılık ile örtüldü.”  

Dün de gazeteci ağabeyim Atakan Sönmez’le çay içip iki çift laf ettik.

Müesses nizamın yarattığı siyasi aktörleri tartışırken, Türkiye’nin son 70 yıllık zaman diliminde halkın bu aktörlerde var olan köhne düzeni yıktığı algısının oluşturulduğunu söylüyordu.

Tam olarak anlatmak istediğim hikaye buydu.

Saatlerce tartıştık üzerine.

Tek parti düzeninin köhneliğine zorbalığına karşı kitlelerin tercihi Adnan Menderesi baskıcı, otoriter eğilimleri olan bir figürün doğması,  12 Eylül’ün karanlığına karşı Turgut Özal gibi bir aktörün doğması, 28 Şubat’a karşı ise Erdoğan’ın doğması…

1960 ile 12 Eylül arası dönem ise müesses nizamın tam kontrolü sağlayamadığı bir ara dönem.

Türkiye’de gelişen emekçi akımların Türkiye’yi kuran Cumhuriyet Halk Partisi’nde gerçek bir değişimi sağlayıp ortanın solu doktriniyle ortaya çıkan ve halkı siyasete dahil eden anlayışı uygulayan Bülent Ecevit dönemi…

Sonrası malum…

Müesses nizamın aktörleri Türkiye’yi 12 Eylül karanlığına götüren süreci ilmek ilmek örüp, işliyor.

Sokaklarda vurulan gençler, taranan kahvehaneler, emekçilerin sendikalaşma ve hak arama mücadelesinin günümüzde sağ-sol çatışması gibi içi boş bir başlıkla anacak kadar soğutan bir süreç.

E tabi bir de mezhep çatışması.

Türk milleti bu deli gömleğini en son ne zaman yırtmaya kalktı peki?

Bir düşünün.

Altılı masanın mutabakat metnine bakın.

Tek adamın yarattığı istibdat rejimi halkın siyasete dahil olabileceği bir düzen şansı vermişti.

Erdoğan karşıtlarının Kılıçdaroğlu’nun orkestra şefliğinde varacağı nokta, müesses nizam karşıtı bir noktaydı.

Beşli çete ile, taraflı yargı ile, taraflı ordu ile vücut bulan müesses nizam buna müsaade etmedi.

14 Mayıs’ta kazanan Kılıçdaroğlu olsaydı, kartlar yeniden karılacak, yeni bir demokratik düzenin ilk adımı atılmış olacaktı.

Olmadı.

Müesses nizamın iktidardaki aktörlerinin yanı sıra muhalefet içindeki aktörlerinin olduğunu, kimisinin açıktan buna itiraz ettiğini, kimisinin bu fikirdenmiş gibi görünüp kritik hatalar yaptırarak sürece zarar verdiğini göremedi Kılıçdaroğlu.

Kendi deyimiyle sırtında hançerlerle seçime gitti.

Şimdi şöyle bir cevap kesinlikle gelecektir;

“E aday olmasaydı da müesses nizam dediğiniz şeyi a kişisi b kişisi yenseydi”

Komik olmayın.

Müesses nizamla mücadele etmeyi hedefine koyan başka bir aday mı vardı?

Burayı kısa kesiyorum anlayan anladı.

Yazının başına ve başlığına dönmek istiyorum.

Bizim Aile filmini bilirsiniz.

Yaşar Usta’yı da ve elbette filmin finalinde Yaşar Usta’nın Saim Bey’e verdiği efsane ayarı da.

Yaşar Usta Saim Bey’in gözünde küçük, sürekli kaybeden ve kaybetmeye mahkum bir adam.

Saim Bey ise zengin, hırslı, kazanmış ve sürekli kazanacak olan adam.

Bir gerçek daha var.

Saim Bey kötü bir adam!  

Yaşar Usta birbirini seven iki gencin beraberliğine müsaade etmeyen Saim Bey’in karşısına dikilir ve şöyle der;

"Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca adamsın. paran var, pulun var, her şeyin var. Binlerce kişi çalışıyor emrinde.

Yakışır mı sana ekmekle oynamak?  Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak?  

Ama nasıl yakışmaz? Sen değil misin öz kızına bile acımayan, bir damlacık saadeti çok gören?

Anlamıyor musun beyim, bu çocuklar birbirini seviyor.

Ama ben boşuna konuşuyorum.

Sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum.

Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrikalar sahibi Saim Bey.

Sen mi büyüksün. Hayır ben büyüğüm, ben, Yaşar Usta!

Sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç.

Gözümde pul kadar bile değerin yok.

Ama şunu iyi bil, ne oğluma ne de gelinime hiçbir şey yapamayacaksın.

Yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi.

Çünkü biz birbirimize parayla pulla değil, sevgiyle bağlıyız.

Bizler birbirimizi seviyoruz.

Biz bir aileyiz.

Biz güzel bir aileyiz.

Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi?”

Şu efsane repliğin üzerine yorum yapmaya gerek yok.

Taşın gittiği yer belli.