Fransız Devrimi’nden itibaren imparatorluklar yerini ulusal devletler sürecine bırakmaya başladı. Rusya, Fransa ve İngiltere imparatorlukları, Osmanlı imparatorluğu aleyhine emperyal emeller geliştiriyordu.

Britanya (İngiltere), Fransa ve Avusturya-Macaristan imparatorlukları Katolik; Rusya da Ortodoks Hıristiyan devletler idi. Her biri, Osmanlı’daki Katolik ve Ortodoks azınlıklar hamiliğine soyunmuş; Osmanlı iç işlerine müdahale hakkı bulmuşlardı.

1830 Viyana Kongresi’nde İtalya ile Almanya birliklerini tamamlamış, birer ulusal devlet olarak sahneye çıktı. Osmanlı ise ölümü halinde malları paylaşılacak “hasta adam” olarak ilan edildi.

Kırım Savaşı (4 ekim 1853-30 mart 1856) başladığında, İngiltere ile Fransa Çarlık Rusya’nın önünü kesmek için Osmanlı Devleti’ni destekledi. Bunun karşılığında İngiltere Kıbrıs’a sahip oldu. Böylece bir Osmanlı Gölü durumundaki Akdeniz’e, kıyıdaş İtalya ile İspanya’nın yanı sıra etkin olma olanağına kavuştu.

Osmanlı Devleti, ikinci Viyana seferinden beri gerilemekteydi. Avrupa’daki toprakları birer birer elden çıkıyordu. 1821’de de Mora isyanı çıkaran Yunanlılar, bağımsızlığını elde etti. Aslında bu, daha büyük kopuşların habercisiydi.

Yunanistan, İngiliz asıllı Danimarka Kralı’nın oğlunu kendine kral yaptı. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nun doğal varisi olarak Anadolu topraklarını kendine hak görüyordu.

Bu bir “Megali İdea-Büyük Fikir” idi.

Megali İdea; Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi üzerine ortaya çıkmıştı. İntikam amaçlı bir efsanedir. Yüzyıllar boyunca Yunan Kilisesi’nin her Rumun şuuruna yerleştirdiği bir hayaldir. Buna göre, Bizans İmparatoru, İstanbul’un elden gitmesiyle mermere dönüşmüş. Bir melek onu, Türklerin ulaşamayacağı bir mağaraya götürüp uykuya bırakmış. Günü gelince, melek onun kılıcını getirecek ve uyandıracaktır. O da harekete geçerek kaybettiği Konstantinopolis’i tekrar ele geçirecektir.

Britanya (İngiltere), Fransa ve Çarlık Rusya devletleri, Yalta’da gizlice “Hasta Adam” topraklarının paylaşılması için anlaşır. Bu sırada İtalya da Trablus’a (Libya’ya) çıkmıştı. Balkan Devletleri olarak anılacak olan Bulgaristan, Sırbistan ve Yunanistan da kendi aralarında anlaşarak Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti.

Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun dişsiz bir aslan durumunda olduğu bir kez daha anlaşıldı. Çünkü daha 1881 yılında kurulan Duyun-u Umumiye ile müflis maliyesi bakımından fiilen bağımlı hale düşmüştü. Saray, saltanatı daim kılma derdine düşmüştü. Hükümet ise, siyasi bölünmüşlük içindeki sivil-asker bürokrasinin üstünlük kavgası içinde acz içindeydi. O yüzden Balkan devletlerinin orduları, 1. Balkan savaşında -1913’te- Çatalca’ya dayandı. Çatalca’da tren içinde yapılan ateşkes anlaşmasıyla İstanbul’un işgali önlenebildi.

Osmanlı Devleti’nin çöktüğü; Ruslar’ın Yeşilköy’e kadar gelip 3 Mart 1878’de Ayastefanos Antlaşmasıyla durdurulması sürecinde görülmüştü. Bulgarlar o nedenle kolayca Çatalca’ya dayanmıştı. Bundan sonrasında ise; İtilaf Devletler donanmasının gücüyle aşamadıkları Boğazlardan elini kolunu sallayarak gelip Dolmabahçe önlerinde demirleyecekti!

Balkanları, Libya’yı, 12 Adaları kaybeden Osmanlı Devleti; Balkan Harbi şokunu atlatamadan kendini Birinci Dünya Savaşı içinde buldu.

Savaş öncesinde emperyal devletler “Hasta Adam” mülkünü paylaşmışlar. İzmir ve Antalya, İtalyanlara vaat edilmişti. Bu nedenle 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi ile Osmanlı Devleti teslim bayrağı çektiğinde, İtalya da Antalya’dan Konya’ya kadar olan bölgeyi kontrol ediyordu. Fakat İngilizler karar değiştirerek İzmir’i, İtalya yerine Yunanistan’a verdi.

Yunanlılar, “mütareke” anlaşmalarıyla dünya savaşının bitmesine rağmen; Osmanlı’ya karşı yeni bir savaş başlatmak üzere harekete geçti. Osmanlı Devleti’nin orduları terhis edilmiş, silah ve cephaneleri teslim alınmış; Galip Devletler Payıtaht’a yerleşerek Saray ile Babıali’yi denetime almıştı.

Kral Konstantin, Kolordu komutanı olan kardeşi Andrea ile birlikte “megali idea” gerçekleştirmek üzere, 15 Mayıs 1919 günü 43 bin kişilik orduyla İzmir rıhtımına çıktı. Şimdi “Karşıyaka” denilen Cordelio’da, İzmirli Rumların alkışları içinde karargah kurdu. Hasan Tahsin’in sıktığı “ilk kurşun” dışında bir tepkiyle karşılaşmadı. Çünkü İzmir valisi ile komutanı, İstanbul’un direktifi doğrultusunda kenti teslim etti!

Yunan kralı, kendini adeta 3. Haçlı Seferi Komutanı Aslan Yürekli Richard olarak görüyordu. Tıpkı O’nun gibi gemilerle gelip İzmir rıhtımında Anadolu’ya ayak basar. Ama “gaflet, delalet ve hatta hıyanet içinde olan” işbirlikçilere rağmen, Selahattin Eyyübi’nin Richard’ı kovması gibi, kendisinin de Mustafa Kemal tarafından kovulacağını hayal bile etmiyordu.

( Konstantin ve kardeşi Andrea’nın babası ilk Yunan kralıdır. Annesi Olga ise, Rus Romanof hanedanı mensubudur. Yunan ordusu İzmir’de denize döküldükten sonra, Andrea Paris’e sürgün edilir. 4 kızı ve bir oğlu vardır. Yunanistan’da doğmuş olan oğlu Philipe, İngiltere’de okur. Kraliyet donanmasında subay olur.2. Dünya Savaşı’nda savaş gemisi komutanlığı yapar. 1947 yılında İngiliz tahtının veliahdı olan prenses Elizabeth ile evlenir. “Dük” unvanı alır. 1952’de Elizabeth tahta oturunca, “prens” olur. 19 Nisan 2021 günü, törenle toprağın kucağına uğurlandı.)

Andrea’nın oğlu Philipe ile Kraliçe Elizabeth’in oğlu Prens Charles; Yunanistan bağımsızlığının 200. yıl törenine katıldı. Yaptığı konuşmada; “Batı medeniyetinin kaynağı Yunanistan’dır. Yunanistan’ın cesaretinden ilham almalıyız” dedi.

Gerçekten de Yunanistan, Osmanlı’ya gösterdiği cesaretin bir benzerini de on yıldır Türkiye’ye gösteriyor. Ege’deki 180 ada ve kayalığı fiilen işgal etti. Kendi adaları ile işgal ettiği adaları, Lozan’a aykırı şekilde askeri anlamda tahkim etti. Bununla da yetinmedi: Ankara’ya dialog için gelen Yunan Dışişleri Bakanı; 16 Nisan günü Türk Dışişleri Bakanı ile yaptığı basın toplantısında aleni olarak Türkiye’yi tehdit etti.

Peki Yunanistan’ın bu cesaret ve “megali idea”sı karşısında Türk Hükümeti ne yapıyor?

BOP Eşbaşkanlık sevdası ve İhvan aşkı ile Ortadoğu bataklığına dalmış bulunuyor!

Dış politika ve ekonomik açmazları gizlemek, iktidar ömrünü uzatmak, yandaşa rant sağlamak vs için olmadık zafiyetler gösteriyor. Demokratik gelenek ve yasaları arkadan dolanarak “birkişi” sistemini yaşatmaya, muhalefeti günah keçisi yapmaya çalışıyor!

Toprak bütünlüğünden yana olduğunu söyleye söyleye Suriye’yi parçalayan değirmene su taşıyor! Peşmergeleri Türkiye’den alayı vala ile geçirip kattığı PYD’yi, IŞİD’i ve eğitip donattığı ÖSO’yu Suriye’ye saldı. “Stratejik ortak” dediği ABD’nin PYD’yi “kara gücü” ilan etme nedenini anlamak istemiyor. TSK gücünün Suriye ve Libya’da riske edilmesine aldırmıyor. Yunanistan’ın Ege’de cirit atma cüreti olanaklarını yaratmayı sürdürüyor!

Palikarya bunu görmese, bunca yüklenebilir; ya da Ankara’daki küstahlığı sergiler mi?

*****

Akif’in dediği gibi, “hiç ibret alınsaydı tarih tekerrür eder mi?”

Osmanlı Devlertinin başına gelenlerden ibret alınsaydı, Türkiye bugün çinde bulunduğu sorunları yaşar mıydı?

Osmanlı’nın başına gelen acıları yaşamış olan Mustafa Kemal Atatürk’ün “yurtta barış dünyada barış” ilkesi kavransaydı, hükümet bunca açmazlar yaşar mıydı?

Daha Sultan Abdülhamit’in 3. Ordusu kolağası iken Mustafa Kemal’in neden “asker siyasete karışmamalı” diye ısrar ettiği; 2. TBMM seçimi öncesinde silah arkadaşlarına “ya sivil siyaset ya orduda görev tercih edilsin” demesi anlaşılsaydı, TSK’ya diz çöktüren “Ergenekon, Kumpas” davaları ikame edilir miydi?

Siyasetin kışlaya, okula ve mabede sokulmamasının hikmeti anlaşılsaydı, liyakatsızlık ve anti laiklik pirim yapar mıydı?

Tarihinden ibret alınmamaya başlanmasından bugüne köprülerin altında çok sular geçti.

Osmanlı küllerinden doğan Türkiye Cumhuriyeti, bağıtlanmış Lozan ve Montrö Antlaşma ilkeleriyle II. Dünya Savaşı’na girmemeyi başardı.

Yangın yerinde savaş artığı insanı, olmayan sermayesi ile kalkınmada Türk Mucizesini başardı. Osmanlı dönemindeki “üç beyaz” yokluğuna son verdi.

Okur-yazar oranını yüzde üçlerden an itibarıyla doksanlara vardırdı.

Ne yazık ki yüksek öğrenimli her iki gençten birisi işsizdir bugün! İşsizlik oranı %30’lara ulaşmıştır.

Halk, iktidarın sadaka ekonomisine ve Ramazan kolisine muhtaç hale gelmiştir.

Sıcak para ihtirası ile bütün üretimhaneler satıldığı için, emekçiler istihdama muhtaç oldu.

Sınırlarımız dışına savrulmuş askerimiz, sürekli şehit veriyor.

Sanki Ege ve Doğu Akdeniz’deki haklarımız korunmuş da Boğazlar Hukuku aşındırılıyor!

Siyaset, yurttaşların kamplaşması ve birbirine düşman edilmesinin aracı haline getiriliyor.

Osmanlı’nın teslim bayrağı çektiği günlerdeki gibi siyasi partiler hasım edilerek iktidarda kalma koşulları var ediliyor.

TSK’ne verilen yurtdışı görevle iktidara prestij kazandırma maçı güdülürken, emekli askerlerin mesleki ve teknik fikir açıklamaları bile töhmet altına sokuluyor. Fakat yandaşlık adına fikir beyan eden görevdeki bürokrat, yargıç veya asker hoş görülüyor!

15 Temmuz ihanetinden bile ibret alınmıyor!

Tarikatlar devletin kılcal damarlarına, siyaset mabede, okula ve kışlaya sokuluyor.

Oysa Türk halkı artık X (1965-79), Y (1980-99) ve Z (2000 ve sonrası) kuşaklarından oluşmaktadır. Dünyayı televizyonun veya telefonun ekranından izliyor. “Bir lokma, bir hırka” öğütleyenlerin cambazlıklarını görüyor. İnancını analitik akla engel bulmuyor. Ana, kardeş, evlat ve sevgili olan kadının ikinci sınıf insan sayılmasından nefret ediyor.

XIX. yüzyıldaki Tıbbiye, Mülkiye ve Harbiye okul gençleri gibi, günümüz gençleri de çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı amaç edinmiştir. Mutlakiyetten meşrutiyete ve oradan cumhuriyete evrilmeyi, demokrasi ve insan onuruna yakışan değişim olarak kabul ediyor. “Medreseli” ve “alaylı” olma çağının geride kaldığını biliyor. Yeni Osmanlı (Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi vb) ile “Jön” Türkler (Ahmet Rıza, Ahmet Cevdet, Mizancı Murat vb) gençler gibi hak-hukuk, hürriyet ve demokrasi anlayışının insanlık onuru olduğuna inanıyor.

X, Y, Z kuşakları Anayasal hakları kullanıp yurt güvenliği ve savunmasına ilişkin görüş belirten yurttaşların baskılanma ve adli yolla sindirilmesinin ülke hayrına olmadığına inanıyor. Böylesi ekzantrik düşüncelerle 15 Temmuz hainliğine ortam yaratıldığına inanıyor.

Askerin emeklisine şüpheyle bakılırken muvazzafın Fetöleşmesine müsamahanın kışlaya siyasetin sokulması olduğu değerlendirmesi yapıyor.

Cephede bile kitap okuyan Mustafa Kemal gibi, okumayı biliyor. O nedenle Rahmi Apak’ın “Bir Subayın Hatıraları” eserini okuyor: “Balkan Savaşını neden kaybettik? Tüfeğimiz, topumuz, cephanemiz Balkanlı düşmanlarımızdan daha az değildi. Düşmanımızın sayı üstünlüğü de o kadar korkunç değildi. Bu halde neden yenildik? Ve hem de şerefsiz bir şekilde yenildik! Sebebi, ordu içindeki particilik-fırkacılık idi” dediğini biliyor.

Sait Pertev Demirhan’ın “Balkan Savaşı’nda Büyük Genel Karargah” ile ”birbiri aleyhine hareket eden iki kitleye ayırmak suretiyle adeta kendi içinde imha etmiş olan particilik mevcut olmasaydı Balkan savaşı 3. Ordu için başka bir şekil alır ve savaşın sonucu bizim için daha iyi olurdu” ifadesindeki acıyı duyumsuyor.

“Savaş Hatıratı” eseriyle Zeki Paşa’nın; “Balkan Harbi Trakya Seferi” ile Bursalı Mehmet Nihat’ın, “Balkan savaşında Neden Bozguna uğradık” eseriyle Ali İhsan Sabis’in saptamalarını, fırkacılığın ordunun başına ne işler açtığını, yürekleri burkularak öğreniyor.

“Hürriyet ve İtilaf” fırkasının sivil ve asker gücünü kullanmasını, Melami tarikatı destekli “Halaskaran-ı Zabitan” grubunun Meclis-i Mebusan’a mektupla muhtıra vermesinin bir darbe olduğunu biliyor.

Yüzbaşılığı döneminde gerçekleşen Balkan Savaşı sürecinde tanık olduğu ordunun particilik yüzünden bölünmüşlük tanıklığını “On Yıllık Savaş” adlı kitabıyla İzzettin Çalışlar’ın naklettiği dramı iliklerine kadar titreyerek okuyor.

“Bir Kurmay ile Üç Tümen Komutanı” diye belirttiklerinn “neden düşman yerine İttihatçıları yok etme çabasına girildiği” sorusu; bugün ibret alınsın diye sorulmayacak mıdır? Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın bile “Halaskar Zabitan” anlayışıyla hareket etmesinin sonuçlarını göstermiyor mu?

Askeri yemin, silah arkadaşlığı ve sadakat anlayışa rağmen birbirinin kuyusunu kazan Osmanlı zabitleri ile 104 amirali siyasi iradeye gammazlayan, “darbeci” diye iftira eden isimsiz emeklinin onlardan ne farkı vardır?

12 ada ile Avrupa’daki toprakların %83’ünün kaybına yol açan bölünmüşlük; ne için ve kim uğrunaydı? Montrö’nün tartışılmasına karşı çıkmayı, TSK’nın sarıklı-cüppeli tarikatçılara teslimin FETÖ yaratmak olacağını söylemeyi kınamakta yarışan Jandarma Komutanı, Danıştay ve Yargıtay üyeleri ile bürokratlar neyin peşindedir diye sormak gerekmiyor mu? Sivil yurttaşa suç olan fikir belirtme durumu fiili memura serbest midir?

İktidar partisinin devletin gücünü kullanarak orantısız baskıları, muhalefet ile muhalif partileri suçlayıp krirminalize etmesi; askeri parti ayrıcalığına karışır hale getirmesi; Balkan Savaşı sürecindeki kadar tehlikeli bölücülük olmuyor mu?

****

Sultan Abdülhamit, tahta çıkmak için aklıselimin gereğini ifa etmesi, Anayasa ilan edeceğini ve meclisi toplayacağını vaat etmişti. Ne yazık ki bir yıl geçmeden, mutlak egemen olma ihtirasıyla 1876’da yürürlüğe koyduğu Teşkilat-ı Esasi’yi de, Meclis-i Mebusan’ı da yok etti. Bu durumun hem kendi ülkesinin aydınları ve hem de çağdaş devletler üzerinde nasıl bir olumsuz etki yaratacağını önemsememiştir. Daha acısı; getirdiği sonuçların o devletin devamı durumundaki devletin yöneticileri tarafından görülmek istenmemesidir.

Bu nedenledir k Prof. Sina Akşin, “Akşin s.15”te şu saptamayı yapıyor: “Meşrutiyet Devrimi II. Mahmut’la başlayan modern yüksekokulların öğrenci ve mezunları, yani mektepliler gerçekleştirdiler. Mekteplilerin örgütü 1889’da Fransız Devrimi’nin yüzüncü yılında kurulan gizli İttihat ve Terakki Cemiyeti idi. İdeolojileri Namık Kemal’in “Vatan ve Hürriyet,” yani Fransız Devrimi ideolojisidir…”

Çünkü Namık Kemal, daha 27 yaşında iken 1867’de Paris’te “Hürriyet” gazetesini yayınlamıştır. II. Meşrutiyet’in ilan edilmesini sağlayanların başından gelenlerden olan Enver Bey de 27 yaşındayken İttihatçı olmuştu. Fakat genç ve deneysiz İttihatçılar, 1908 Devrimini gerçekleştirmelerine rağmen yönetime el atmamış; Sultan Abdülhamit’in “alaylı” subaylarla 1877’yi tekrarlama organizasyonuna (31 Mart’a) engel olamamışlardır.

Sultan; Fransız Devrimi ile Sanayi Devrimi’nin dünyayı hızla değiştirmekte ve impratorlukların yerini ulusal devletlere bırakmakta olduğunu görememiştir. Kerhen 1876’da yürürlüğe koyduğu Teşkilat-ı Esasi’yi kaldırıp Meclis-i Mebusan’ı kapatmıştı. Ümmetci ve istibdatçı bir anlayışla Avrupalı rakip devletlerle baş edeceğini sanmıştı. O nedenle 1889’de Mekteb-i Tıbbiye’de dört öğrencinin İttihad-ı Osmaniye Cemiyeti kurmasıyla oluşan ilk muhalefet örgütlenmesinin anayasa ve meclisi geri getirme amacını küçümsemiştir.

Buna karşın Harbiye öğrencileri tepki yükseltmiş; Yıldız’da ikram edilen çayı içmemiş, akşam yemeğinde “padişahım çok yaşa” dememiş; gönderilen hediyeleri ret etmiştir. Ardından da 1904’te Harbiye’de “Cemiyet-i İnkılabiye” kurulmuş. İstibdata karşı tepkiler büyümeye başlamıştır.

Sürgün ve tutuklamalar ile tepkiler sinmemiş. Yurtdışına kaçanlar da “Genç-Jön Türkler” adıyla örgütlenmiş. Abdülhamit’in baskı rejimini afişe etmiştir. Hafiyeler, yurt dışında da izlemeyi sürdürmüş. Jurnal-ihbarlar sistemi giderek gaddarlaşmıştır.

Oysa sivil ve asker aydınlar hem a Avrupalıların Osmanlı Devletini baskılamasına karşı bağımsızlığı, Osmanlı Devleti’nin istibdatına karşı da hürriyeti savunuyordu.

Aydın gençlerden biri de Mustafa Kemal’dir. Daha Manastır Askeri İdadi’de iken bir taraftan Fransız asını ilerletiyor, bir taraftan batı aydınlanmasının öncülerinden olan Roussau’yu, Voltair’i, Auguste Comte’u, Montesquie’yü, Desmoulins’i okumuştu. Yeni Osmanlıcılardan Namık Kemal’i özümsemiş. Harp Okulu’nda ise akşamları bazı arkadaşlarıyla sohbetler yapmıştır. Nitekim Asım Gündüz; “o zamana kadar padişahım çok yaşa demekten başka bir şey bilmeyen bizler içn Mustafa Kemal’in anlattıkları çok dikkat çekiciydi” der (s. Borak, s.34).

Zaten böylesi etkinlikler yüzünden Mustafa Kemal, 1905 yılında Harp Okulu’nda mezun olurken, tutuklanır. Okulda gazete çıkardığı, zararlı fikirlerle etrafı zehirlediği yardım sandığı kurduğu gibi nedenlerle suçlanır. İki ay zindanda kalır. Sonra da 24 yaşındayken İstanbul’dan uzaklaştırılır, Şam’daki 5. Ordu emrine sürgün edilir. Bu nedenle; “pekala, biz de bu çöle gider, orada yeni bir devlet kurarız” der (Kınross, s. 37).

Gerçekten de orada İstibdat yönetimine karşı “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti” kurar. Beyrut, Yafa ve Kudüs’te örgütleme yapar. 1906’da gittiği Selanik’te şube kurar. “Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifemiz vardır. Onu kurtarmak biricik hedefimizdir. Memlekete yabancı nüfuz ve hakimiyetine fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanata düşkün, her zilleti yapacak menfur bir şahsiyettir. Millet zulüm ve istibdat altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her terakki ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük görevler yüklüyor. Ben Suriye’de bir Cemiyet kurdum. İstibdat ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin esasını kurmaya geldim” der (Atabek, c.1,s.32).

Bu cemiyet 1906’da “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” ile birleşmiş. O da 1907’de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne katılmıştır.

“Yabancı nüfuz ve hakimiyetine fiilen girmiş” vatanı savunmak için başlayan örgütlenme, Mustafa Kemal ve Enver Bey ile arkadaşlarının İtalya ile mücadele için Libya’ya; ardından da Balkan savaşına koşması pratiğini getirmiştir. Daha sonra da Enver Bey’in dışındaki M. Kemal, İsmet, K. Karabekir, A. F. Cebesoy, R. Okyar beyler olarak Milli Mücadele’yi gerçekleştirirler..