Bugün Yılmaz Güney’in 84’üncü doğum günü. Çirkin Kral sürgünde, memleketinden uzakta ölüme terk edilmemiş olsa bugün 84 yaşında yaşında olacaktı. 84’üncü doğum gününde, Yılmaz Güney’i ustası Lütfi Ö. Akad’ın Işıkla Karanlık Arasında adlı otobiyografisinde, onun hakkında yazdıklarının yorumlu bir özetini dikkatlerinize sunarak anmak istiyorum.

Bu iki yönetmen arasındaki usta çırak ilişkisine değinmeden önce evvela, Lütfi Akad’ın sinemaya hangi koşullarda girdiğini, Yılmaz Güney’le çalışmaya başladığında Türk sinemasında nerede durduğundan kısaca bahsetmek istiyorum.

Türkiye’de sinema, uzun yıllar kendi haline bırakılmış bir alan olarak kalmıştır. Tiyatrodan baleye, resme ve romana kadar diğer sanat dalları bariz bir şekilde devletçe dizayn edilmeye çalışılırken sinemaya sadece sansür yoluyla müdahale edilmiştir. Mesela, tiyatroyu kontrol etmek için Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Cumhuriyet Halk Partisi, tek parti olarak iktidarda bulunduğu dönemde şiir alanında yarışmalar düzenlemiş; ödüller dağıtmıştır. Halkevleri bünyesinde yayımlanan Ülkü dergisi piyasanın üzerinde verdiği teliflerle hem edebiyatçılar için ek bir gelir kapısı olmuş hem de kapanana kadar edebiyat dünyası üzerindeki etkisini devam ettirmiştir. Her şeyden önemlisi edebiyatçıların çoğu devlet memuruyken sinemacılar piyasaya çalışmışlardır.

Türkiye’de kendi haline bırakılmış bir alan olan sinemanın Türkiye macerası tiyatrocu yönetmenler öncülüğünde başlamıştır. Akad, 50’lerin sonunda sinemaya girdiğinde dönemin tiyatro kökenli olmayan birkaç yönetmeninden biridir. Belki de bu yüzden, fakat esas itibariyle geliştirdiği sinema diliyle Türk sinemasının tiyatrodan kopuşunu ya da daha doğru bir tabirle tiyatrodan bağımsız bir sanat dalı olarak rüşdünü ispat etmesine öncülük edecektir.

Akad’ın yönetmenliğini esas olarak iki devre ayırabiliriz. 1948’de çektiği, 1949’da gösterime giren ilk filmi Vurun Kahpeye'den 1960’ların başına kadar dönemi çıraklık ve kalfalık devridir. Yönetmen, bu dönemde farklı yapım şirketleriyle şirketleriyle çalışmış; devletten de önemli bir destek alınamadığı için hem gişe yaparak yapımevini memnun edecek hem de sanatçı olarak kendisini tatmin edecek filmler çekmeye çalışmıştır. Bu denge kurma çabası bazen başarı bazen de hüsranla sonuçlanmıştır.

HUDUTLARIN KANUNU
1960’ların başında yönetmenliğe kısa bir süre ara veren yönetmen, 1960’ların birinci yarısının sonuna doğru tekrar film çekmeye başlamıştır. 1965’ten 1975’e kadarki on yılda çekeceği filmler, onun sinemacısının şaheserleridir. Bu dönemde hayatına giren insanlardan belki de en önemlisi Yılmaz Güney’dir. Birlikte çalıştıkları ilk film Hudutların Kanunu’dur. Yapımını, Dadaş Film adında yeni kurulmuş bir yapımevi üstlenecektir. Filmin senaryosunu Yılmaz Güney yazmıştır. Fakat senaryo alışılandan iki üç kat daha hacimlidir. Merkezinde gözü pek bir kaçakçı vardır. Başkarakter, kaçakçılıkta maharetli olduğu kadar nişancılıkta da maharetlidir. Uçanı kaçanı vurur. Ayrıca kimseye eyvallahı yoktur, korkusuzdur. Fakat asıl ünü kadınlar arasındadır. Kaçakçılık yapmadığı zamanlar damdan dama atlayarak kadınları ziyaret etmekte, kadınlar da onun için her tehlikeyi göze almaktadır. Senaryo, bu kaçakçının maceralarıyla başlayıp onun maceralarıyla biter.

Senaryonun okuduğu halini hiç beğenmez Akad. Yılmaz Güney’e ilk olarak bu insanların tel örgüyle kaplı, mayınla döşeli bir alanda, askerlerin kurşunlarına hedef almayı göze alarak neden kaçakçılık yaptıklarını sorar. İkincisi bu kadar tel örgüye, mayına, askere karşı bu kaçakçılar nasıl başarılı olmaktadır? Senaryoda bu sorulara bir cevap yoktur. Bir kahraman kaçakçı vardır. Diğer karakterler onun yüceltilmesine, kahramanlığının öne çıkarılmasına yarayan yardımcılardır.

Akad, bu eleştirilerini Yılmaz Güney’e de söyleyince Akad’ın Işıklı Karanlık arasında adlı kitabında aktardığına göre Yılmaz Güney şu cevabı verir: “Ağabey, beni perişan ettin, ama ne diyem haklısın. Yalnız şu var, sen benim bu senaryoyu kimler için yazdığımı biliyor musun?” Yılmaz Güney, senaryoyu o güne kadar onun bitirim kabadayı rollerine alışkın sadık seyircisi için yazmıştır. Lütfi Akad’ın istediği tarzda bir senaryo yazılırsa filmin seyircisinin daha önceki filmlerine kıyasla çok düşük olacağını düşünmektedir. Lütfi Akad ısrar eder. Senaryonun kendi önerdiği haliyle de hem Yılmaz Güney’in sadık izleyicilerince izleneceğinin hem de yeni seyirci kazanılacağının teminatını verir. Yılmaz Güney, kabul ettikten sonra yeni senaryoyu yazmaya başlar. Birlikte çalışırlar. Akad, senaryoda kendi önerileri doğrultusunda değişiklikler yaptıkça Yılmaz Güney de yeni eklenen kısımların yörenin örf ve adetlerine uygun olup olmadığını denetler.

‘TAM BİR TÜRK FİLMİ’
Bu filmde Akad’ın en dikkat ettiği şey, görüntü yalınlığı kadar konuşmaların da yalın ve kısa olmasıdır. Zaten kısa ve yalın konuşma Akad’a göre Türk insanının kendine özgü, olaylar karşısında o hiçbir milletinkine benzemeyen serinkanlı davranış tarzının ürünüdür. Filmin, görüntüleriyle diyaloglarıyla tam bir Türk filmi olduğuna inanmaktadır. Film, Akad’ın beklediği gibi hem Yılmaz Güney’in alışılagelmiş kendi seyircisinden hem de o güne kadar Yılmaz Güney’in filmlerine rağbet etmeyen, eğitim düzeyi daha yüksek seyirciden büyük bir ilgi görür. Neredeyse tüm eleştirmenler övgüyle bahsederler. Yılmaz Güney, artık sadece bir kesimin değil; tüm sinema seyircisinin Çirkin Kralı’dır.

‘KIZILIRMAK KARAKOYUN’
Bu film, çok başarılı olunca Dadaş Film’den bir film siparişi daha alır, Lütfi Akad. Film konusu ararken senaristi Nâzım Hikmet olan, Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğini yaptığı Kızılırmak filmini tekrar ele alır. Nâzım Hikmet, senaryoyu Kızılırmak ve Karakoyun adlı iki halk öyküsünü birleştirerek oluşturmuştur. Çok ustaca kurulmuş, sade ve tutarlı bir film öyküsüyle karşı karşıyadır. En küçük bir kurgu hatası yoktur. Senaryoyu eski haline göre kısaltır, çekileceği dönemin standartlarına uygun hale getirir. Konunun ana çizgisi olan, çobanla oba beyinin kızının evlenmesini para gücüyle bozan Abdi Ağa’nın oğlunun ilişkilerini almakla yetinir. Nâzım’ın şiirsel dilini mümkün olduğunca korumaya çalışmıştır.

Öykünün dramatik kurgusunu, Pir Sultan Abdal deyişlerinden birinde geçen “Kuzu kurban olmaz, ya niçin oldu” dizesi üstüne kurar. Nâzım’ın muhtemelen sansürden geçebilmek için daha örtük anlattığı kısımları keskinleştirir. Abdi Ağa’nın zenginliğinin “tefeci sermaye düzeninden” kaynaklandığı gösterebilmek için filmin başına, Abdi Ağa’nın oğlunun silahlı adamlarıyla borcunu ödemeyen çiftçiyi evinden çıkarıp samanlığını yaktığı bir sahne koyar.

‘BU ROLÜ NİYE BANA VERDİN AĞABEY’
Senaryoda başrole karşılık gelen Çoban Ali Haydar’ı Yılmaz Güney’in oynamasını istemektedir. Yılmaz Güney şaşırarak “Bu rolü niye bana verdin, ağabey?” diye sorar. Ali Haydar, obanın basit bir çobanıdır. Ne attığını vurur ne kimseyi olmadık tehlikelerden kurtarır. Sadece koyun güder. Yılmaz Güney’in o güne kadar canlandırdığı karakterlerin tam tersidir neredeyse. Ali Haydar karakteri, onun sadık seyircisinin gözündeki Yılmaz Güney imajına zarar verebilir. Akad, bu filmin büyük bir film olacağını, ona da her türlü filmde değişik kişilikler oynama cesareti vereceğini söyleyerek ikna eder Yılmaz Güney’i. Yılmaz Güney kendi efsanesine ters düşen, etkin eylemden yoksun, böylesine nankör bir rolün altından başarıyla kalkar. Akad, filmin çekimleri bitip İstanbul’a döndükten sonra hemen Ana filminin senaryosuna çalışmaya başlar. Kendisi bir üçleme olarak düşünmese de Hudutların Kanunu, Kızılırmak Karakoyun ve Ana filmleri Akad’ın Anadolu üçlemesi olarak anılacaktır.

‘YOL’ AYRIMI
Lütfi Akad, Anadolu üçlemesiyle olduğu kadar göç üçlemesiyle de anılır. 1974’te Gelin, Düğün ve Diyet filmlerinden oluşan göç üçlemesini çektikten sonra tekrar uzun metrajlı çekemez. Türk sineması duraklama devrine girmiştir; Yeşilçam geri düşmeye, erotik filmler furyası yükselmeye başlamıştır. Öte yandan TRT’ye, yani devlete önerdiği projelerin çoğu da geri çevrilir.

Akad, İsmail Cem döneminde düzenli olarak TRT’de çalışmaya başlamıştır. İsmail Cem kısa süre sonra görevden alınınca önerdiği projelerin pek çoğu kabul görmez. O da namuslu bir aydın olarak çalışmadan para almayı gururuna yediremeyip istifa eder.

Bu arada Yılmaz Güney de hapse girer; daha sonra da yurt dışına kaçar. Hapishanede çektiği Yol filmi, 1982’de Cannes’ta Altın Palmiye’ye layık görülür. Yılmaz Güney, 1984’te Paris’te hayatını kaybettiğinde, Lütfi Akad da yönetmenliğinin en uzun zorunlu arasını vermiştir. Mimar Sinan Üniversitesi’nde ders vermekte, fakat film çekememektedir. İki yönetmenin yollarını ayıran 1980 12 Eylül’ündeki faşist cuntadır.