Osmanlı Devleti, “Türkmen, Yörük, Çepni” gibi adlarla anılan unsurlar ve “Anadolu Alp Erenleri” gücüyle kurulmuştu.

Yavuz Sultan Selim dönemine kadar, kendi kurucu unsurlarıyla bütünlüğü sürdürdüğü için “yükselme” dönemini yaşamıştır. Ancak Yavuz Selim’in Mısır’daki Halife’yi derdest edip 500 ulemasıyla İstanbul’a getirmesinden itibaren bu bütünlük bozulmaya başlandı.

Çünkü sultan Selim, halifeliği zorla üstlendi.

Hz. Muhammed’in tebliğ ettiği din, Emevi saltanatı ve Emevi uleması tarafından saptırılmıştı. Zira saltanat ve zalimliği yıkma amaçlı İslam dini, saltanat ve zalimliğin silahı haline dönüştürüldü. Buna karşı çıkanlar, başta peygamberin Ehlibeyt imamları olmak üzere, devletin gücüyle katledildi, ezildi. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin ve ailesi; Emevi ordusu tarafından Kerbela’da yok edilerek dünyada görülmeyen bir zalimlikle, gerçek müminler sindirildi. Son büyük zalimlik de, Emevi saltanatı yoluna giren Abbasi saltanatının “dayak cezası” ile susturulan İmam Azam oldu.

Dine aykırı şekilde kurulan ve sürdürülen “halifelik” ve “saltanat” sistemi, Osmanlı sultanı tarafından ele geçirilince; Emevi ve Abbasi saltanatları ve saltanatçı Sünni ulema uygulamalarını yürürlüğe koydu. Resmi söylem ve yazışmalarda Farsca’ya, dini uygulamalarda Arapça’ya önem verilerek Türkçe dışlandı. İslamiyet, Arap kültürü olarak uygulandı. Böylece Osmanlı Devleti, kurucu unsurlarından uzaklaşmaya başladı.

Özellikle Sultan Selim; üstünlük sağlamak için rakip saydığı Safevi Devlet’inin İslami anlayışını gözden düşürme stratejisi uyguladı. Osmanlı kurucu unsurlarının dili olan Türkçe ile İslam anlayışı olan Alevlilikği yok etmeye başladı. Anadolu Selçuk Devleti’nde olduğu gibi, kurucu unsurlarıyla yabancılaşma sürecine girdi.

Doğuda Şii Safevi Devletiyle rekabet sürerken Anadolu’da kırımlarla Alevilik yok edilmeye başlandı. Fakat batıda, Hırıstiyan dünyaya cazip görünmek için Aleviliğin tasavvufu olan Bektaşilik’ten zorunluğunu duydu. Kendi Bektaşiliğini kurdu.

Nitekim Anadolu Alevi Bektaşiliği ile Osmanlı saltanatının var ettiği Bektaşilik, uzun süre birbirine yabancı olmuştur. Safevi yandaşlığı suçlamasıyla Anadolu’da Alevi kırımları, Bektaşi olan Yeniçeri Ordusu ile gerçekleştirildi. Yeniçerilerin bağlı olduğu Dede-Baba, saltanat sarayında makam sahibiydi.

Osmanlı sultanları (padişahları), bu Dede- Baba desturuyla kılıç kuşanırlardı.

İşgal edilen topraklardan toplanan gayrimüslim gençler, Bektaşi Dergahı’nda eğitilir, saltanat idaresine sadık birer Bektaşi olarak yetiştirilirdi.

Osmanlı’nın üstün gücü olan Yeniçeriler, Çaldıran savaşı sürecinden itibaren Safevi yandaşı sayılıp kırılan Anadolu Aleviler ile aynı aynı inanç ve anlayışlı olduklarını anlamaya başlamıştır.

Devletin yararı yerine saltanat ve yöneticilerin yararı öne çıkmaya başladığı süreçte, devlet “duraklama” ve “gerileme” zafiyeti içine düştü. Hanedan mensuplarının iktidar hesaplarıyla Bektaşilik dışındaki tarikatlarla işbirliği, Yeniçerilerin yaşanan savaşsız süreçte devlet adamlarının maddi zafiyetine düşmesi; 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kanlı bir şekilde ortadan kaldırılması sonucunu getirdi.

II. Mahmut; Yeniçeriler ile Bektaşileri yok etmek için Sünni ulemadan fetva almıştır. Nakşibendi, Kadiri, Halveti, Mevlevi, Sadi vb tarikatlar ile işbirliği yapmıştır.

Yeniçeri Ocağı’nın söndürülmesi, Bektaşiliğin yok edilmesi; Saray’ın Bektaşilik karşıtı tarikatların destekleriyle gerçekleştirilmiştir.

Nakşibendi şeyhinin sarayda makam sahibi olmaya başlaması, kapatılan Bektaşi dergahları ile mallarının başta Nakşibendilik olmak üzere işbirlikçi tarikat şeyh ve dergahlarına verilmesi; bu işbirliğinin ödülü olmuştur.

Bundan itibaren padişahlar, Mevlevi Çelebisi desturuyla kılıç kullanmaya başlamıştır.

Ancak Osmanlı Devleti, hiçbir zaman işbirlikçi olsalar da, tarikatlara tam güvenmemişti. Bu nedenle kontrolü elden bırakmamıştı. O nedenle 1812’de tekke vakıfları denetim altına alındı. 1866’da tekke ve zaviyelerin denetimi için Şeyhülislamlığa bağlı Meclis-i Meşayih kuruldu.

Buna rağmen II. Abdülhamit tarikatlardan yararlanma yoluna gitti. Nakşi, Mevlevi, Rufai ve Sezeli tarikatlara Cezayir’den ithal ile Ticani tarikatı eklendi. Tarikatlar yeniden çoğalmaya ve yaygınlaşmaya başladı.

İttihatçılar da yararlanmaya çalışmışlardır.

Cevdet Paşa şu saptamayı yapar: “Yeniçeri Ocağı, Sünni tarikatların desteğiyle kaldırıldığından hükümet aşırı taassup yolunu tuttu. Sağlam dindarlığın yerini riyakar taassup aldı. Bundan çok zarar görüldü” der.

Oysa daha 1844’de Halveti Tarikatı şeyhi Kuşadalı İbrahim Halveti; tekkelerin bozulduğu ve kapatılması gerektiği konusunda şu saptamada bulunmuştu: “Tekkelerde artık hayır kalmamıştır. Bunların kaldırılması lazımdır. Bunlardan artık insanlığa da, İslam’a da hiçbir hayır gelmez. Çünkü tekkeleri meyhane ve kerhaneye dönüştürdüler (Öztürk, s. 204).

Kapatma, ancak Cumhuriyet’e “büyük tehdit” oluşturmaları üzerine gerçekleşti: Şeyh Sait ayaklanması nedeniyle yasal düzenlemeler yapıldı. Ayaklanmanın bastırılması için Takrir-i Sükun yasası çıkarıldı, İstiklal Mahkemeleri kuruldu. Bu yasaya dayalı Hıyaneti Vataniye Yasasının 1. maddesi gereği “dini siyasete alet edenlerin vatan haini” sayıldı.

Ayaklanmanın bastırılması ve suçlu görülenlerin yakalanıp yargıya teslim edilmelerinden sonra tekke ve zaviyelerin durumları ele alındı:

Nakşibendi şeyhi Şemsettin’in 2 tekkesi ve Hanili şeyh Adem’in tekkesi; müritlerinin “Allah’ın yüzünü göster ya şeyh” ve isyan hazırlığı yaptıkları tespit edildi. Şeyh Sait ayaklanması nedeniyle kurulan Doğu İstiklal Mahkemesi; “tekke ve zaviyeler birer kötülük ve fesat ocağı oldukları” gerekçesiyle bölgesindeki tüm tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karar verdi. Ankara İstiklal Mahkemesi de bütün tekke ve zaviyelerin kapatılmaların hükümetten talep etti (Aydemir, s. 210). 30 Kasım 1925’de 677 sayılı ”Tekke ve zaviyelerle Türbelerin Kapatılması” kanunu yürürlüğe kondu. Cami ve mescit dışındaki tüm tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı. Tarikat, şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, babalık, seyitlik, çelebilik, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, muskacılık san ve sıfatları yasaklandı (2 Eylül 1925 tarihli Bakanlar Kurulu açıklamasına göre 773 tekke, 905 türbe kapatılmış, varlıkları Milli Eğitim Bakanlığı’na devir edilmiştir. Ancak vakfiyede hüküm varsa şeyh ölünceye kadar maaşını alarak tekkede oturur. Uygun olarak okula dönüştürülür. Tamir edilemez boyutta olanlar satılarak parasıyla köylerde okul yapılır…)

Cumhuriyet’e bitmez tükenmez kin duyanlar ile şeriat rejimini ihya etmek isteyen ve din istismarcı siyasetçiler ile kimi bürokratların sürekli çabaları; günümüzde tarikatların ihya olmaları sonucunu getirdi. Özellikle Erbakan ile başlayan dinci siyaset ve Erdoğan ile doruk yapan siyasal islam; tarikatların ve dinci hareketlerin yeniden Cumhuriyet’e büyük tehdit olmaları yolunu açtı!

Nitekim on yıl aynı yağmur altında AKP ile “Hocaefendi” dedikleri FETÖ, birlikte aynı yolu yürüdüler. 1725 Aralık’ta paylaşım anlaşmazlığı yaşayınca, ayrışma başladı. Amerika’ya yerleşik dönmesi için özlem beyanlı çağrılara, Pensilva’ya gönderilen aracılara rağmen uzlaşmadı gerçekleşmedi. Bu süreci, davul zurnayla akşamdan gelen 15 Temmuz ihaneti izledi. Ama “Allah’ın lütfu” oldu!

Hain darbe, “Allah’ın lütfu” olarak değerlendirilerek ne kadar siyasal islam karşıtı veya AKP muhalifi varsa; hepsinin ensesinde boza pişirildi. Darbenin siyasal ayağı ısrarla gizlendi. Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Nakşiliği; “Fetullah Efendi” dışındaki tarikat şeyhleriyle işbirliğini sürdürüldü. Ve partili Cumhurbaşkanı; deklere ettiği “dindar ve kindar gençler” yetiştirmek için Milli Eğitim’in şeyhler öğretisinde İmam Hatip eğitimi haline dönüştürülmesi örgütlemesini gerçekleştirdi!

Davanın tahakkuku için Ege’de adalar Yunanistan’a terk edilirken; Suriye’de, Mısır’da ve Libya’da “İhvan-ı Müslim”i iktidara taşıma uğruna Türkiye risklere sokulmakla kaosa sürükleniyor. Kuşkusuz kaosların gerçekleşmesi, rejimin devrilme olasılığı büyütür!..