Binbir “musibet” içinde giden yılın ardından gelen 2022’nin ikinci haftasında Türkiye bir dramla sarsıldı: Tıp fakültesi 3. Sınıf öğrencisi 19 yaşındaki Enes Kara; bir kasetle açıklamalar yaparak intihar etti. 20 yıllık bir yönetimin ısrarla laik bir çizgiden uzaklaştırıldığı Türkiye’ye ayna tuttu!

Yarınımız olan gençlerin umudunun da yok edildiğ en acı şekilde ortaya çıktı!

Bu nedenle insanlık tarihini; umutları yeşertip çoğaltan laik yasaları ve önemseniş sürecini hatırlamanın yararlı olacağını düşünüyorum:

Toplumsal yaşamla birlikte kural ve ilkeler de geliştirilmiştir. Merkezi yönetime ulaşıldığı dönemden itibaren gelenek halinde oluşan kurallar, yazılı yasalar haline getirildiği oranda toplumlar aşama kaydetmiştir. Uygarlaşmanın ölçüsü; toplumsal barış ve eşitliği sağlayan kurallarınyasaların gelişkinliği olmuştur.

Arkeolojik araştırmalar, tarihte bilinen ilk yasa düzenlemelerin Mezopotamya’da ve M.Ö. 2500 yıllarında ortaya çıktığı görülmüştür: Sümerlerin Urukagina, Ur.Nammu, Ana İttuşa ve Lipit-İştar kanunları, uygar yaşamın ilk basamakları olmuştur. Eşunna ve Hammurabi yasaları bile bunlardan 300 yıl sonradır.[1]

. Bir Ensivali iken M. Ö. 2700 yıllarında Lagaş kent devletinin 8. kralı olan Urukagina adıyla anılan yasalardır. Reformcu bir kral olarak halkı tapınak rahiplerine karşı koruyan düzenlemeler yapar. Rahiplerin rüşvet almalarını önleyen kurallar koyar; halkı koruyan reformlar yapar. Zenginlerden alınan vergi oranlarını düşürür. Orta sınıf için adalet sağlar. Yoksulların sömürülmesi ve haksızlığa uğraması yollarını tıkar. İlk kez sosyal belgeler tanzim eder.

. Ur-Nammu yasaları ise; M.Ö. 2047’den itibaren kral olan 3. Ur hanedanlığın kurucu kralı adını taşıyan yasalardır. Ur’un ensisivalisi iken kral Utuhegal’i devirir, M. Ö. 2100 yılında hanedanlığını kurar. Yasaların ilk babası olarak kabul edilen Hammurabi, daha sonradır. Ur-Nammu, o zamana kadar yasaların din adamları tarafından konulması yetkisini değiştirerek devlete verir. Böylece tarihteki ilk laik yasalar koyan kral olur. Sanata değer verir (arkeolojik araştırmalardan anlaşıldığına göre; Sümer baştanrılarından An ile Enlil’in Ur kenti koruyucusu olarak görevlendirdiği Nanna tarafından temsilci atanmıştır. O güçle Lagaş kenti ensisi olan Ur-Banu’nun damadı Namhani’ye saldırıp öldürür. Lagaş devletiyle savaşarak “kent kralıUr-nammu” adını alır. Gutiler ile yaptığı savaşta öldürülür…).

. Sonraki dönemin önemli yasaları da, Anna-İttuşa adıyla anılan yasalardır. Asurbanipal kütüphane harabelerinde bulunan ve iki dille (Sümer ve Asur) yazılmış 11 tabletin çözümüyle anlaşılmıştır. Ancak kimin zamanında çıkarıldığı anlaşılmamıştır. Her kral değiştikçe, yasalar da değişmiştir. Çünkü her kral yeni yasalar koymuştur. Bu durum, halkı sıkıntıya düşürmüştür. 3. Ur Hanedanı döneminde (M.Ö 2060-19960) çıkarıldığı tahmin ediliyor).

. Lipit-İştar; 1934-1924 tarihlerinde İsin hanedanlığına mensubu bir kraldır ve aynı adla anılan yasalardır. Tanrı An ile Enlil tarafından desteklendiğini ilan etmiş; yeni bir yasa kitabı çıkarmıştır. Sümer ve Akad kralı unvanı alır. Fiat ve kira bedellerini, alış-veriş kurallarını, hırsızlık ve yaralama cezalarını, borç verme ilkeleriyle haksız kazanç yasaklarını, boşanma ve ev bekçiliği ile hayvan hakları hukukunu belirlemiş. 61. madde ile de mahkemelere sorumluluk vermiştir.

Eş-nunna yasaları Hammurabi’den önce çıkarılmış reform nitelikli yasalardır. Lipit-İştar yasalarından ise sonradır.

. Hammurabi Ö. 1728-1686) Babil’deki Amorit soylu Sumu-Abum’dan sonraki kraldır. Reformcu ve yasa koyucu bir kraldır. Yasaların koruyucusu olarak anılır. Tanrı Marduk’un oğlu olduğunu söyleyerek kendisini yüceltmiştir. Çıkardığı yasalarını yazdığı “Yazılıtaş” halen Louvre müzesindedir. Döneminde Dicle boyundaki Mari, Larsa ve Eş-nunna kentleri önem kazanmıştır. Zayıfları güçlülere karşı koruyucu olarak tanrılar tarafından görevlendirildiğini kanunların yazıldığı taşa yazmıştır.

*** 

“Dindar ve kindar nesil” demagojisinin Enesleri intihara itildiği, bir yurt aşçısının bir diğer gencin başını kesip vücudunun üstüne koyarak “deccal öldürdüm” dediği, alaik odakların yurtlarında taciz ve livataya ilişkin haberlerin eksilmediği son yıllarda; “Kur’an’a Hangi Yöntemle Nasıl Yaklaşmalı” eserine bakmak gerekiyor:[2]

Bu eserinde Hüseyin Atay; “… 1457’den 1918 yılına kadar Kahire’nin, Mekke’nin, Şam’ın, Bağdat’ın kadılarının Sahn-ı Senem medreselerinde yetiştirilmesi; tarihteki ışık…” olarak değerlendiriyor. Oysa bu ışık (veya medreseler); saltanatçı Emevi ulema rehberliğiyle 600 yıllık bir imparatorluğun çöküşe götürülüşünü de gösteriyor (C.III, s.163-164).

Çünkü o eğitim sistemi ve anlayışı, Muhammedi tevhidi parçalayan mezhepleri meşrulaştıran ve laik yasalarla eğitimi; kısaca mantığı yok etmiştir. Atay’ın deyimiyle; “…bir çok yanlışlık, ve hurafe ve anlayış…” ile İslam’ın bugünkü ölçüsüzlüğe ulaşan istismarını yolunu açmıştır. Kur’an’ın ilk emri olan “oku” emrini saptırmış. Kutsal kitabın kendi dilinden okunup ibadet edilmesi yolunu kapamıştır. “İmanı, sadece Allah’a inanmak olarak” anlayanların “iman terbiyesinden yoksun” oldukları ortaya çıkmıştır. Söz konusu ışık, zalim bir pragmatizmfaydacılık olmuştur. Güçlülerin boynu bükükleri daha da sömürmesinin aygıtı halini almıştır. “bir saat ilim öğrenmek ve öğretmek, sabaha kadar ibadet etmekten daha sevaptır” hadisine aykırılıktır. “Dindar ve kindar” yaratma şeklini almıştır!

Onun içindir ki H. Atay’ın dediği “1774’te resmen başlatılan teknolojik kalkınma gayreti;” bir özenti ötesine gidememiştir. Yöneticiler, ekonomik ve teknolojik destek vermek samimiyetini göstermemiştir. Zaten sarayın ve imtiyazlı ulemanın israflarıyla maliye iflasa sürüklenmiş. ”Skolastik taklitçi dini eğitim” başlamış; teknolojik kalkınmanın önünde tutucu bir engel olmuştur. Medrese çıkışlı saltanatçı ulema; askerlik ve vergiden muafiyetleri ile daha doğmamış çocuğuna bağlanan maaş imtiyazları sürdürmek için, yasa koyma yetkisini rahiplerden alan Ur-nammu gibi yöneticilerin var olmasını önlemiştir. Teknolojik gelişmenin, bunu sağlayacak bilimsel eğitimin, çağdaşlığa değişimin yolunu kapatmıştır.

Aynı retçi ulema, günümüzde de etkinliğini sürdürüyor!

“Kur’an’ı imamların sözlerine uydurmaya çalışanlar” (s.149), hadisleri, kuran önüne koymuşlar. “Peygamber ölmez” bile demişler. Şimdi de şeyhler, kutuplar, liderler vb kimselere peygamber rolü veriliyor! İslam peygamberini bile “yanılgı ve kusurlarından dolayı birkaç defa uyarıldığı” (s.1459) gerçeği, görmezden geliniyor. “Tanrılığa özgü sıfatlar şahıslara veriliyor” (s. 142). İdeoloji lidere feda ediliyor, pragmatizm kutsanıyor. Milli eğitim sistemi, birer meslek okulu olan “imam hatip” ve medrese eğitim haline getiriliyor!

Nitekim şeyhler ve medreseli saltanatçı ulema, “kainatın idaresini Allah’tan alıp uydurulmuş kutuplara veriyor.” Onları tanrılaştırıyor. Din|ideoloji, liderle özdeşleştiriliyor. Böylece liderin yanlışı, dinin yanlışı olarak gösteriliyor. “Geleneksel din anlayışı, Müslümanları sessiz bir esirler kampı” (s.138) içindekiler durumuna getiriyor.

Saltanatçı ulema, insanları sosyal sınıf olarak değil, teolojik “aşağı” ve “üst” sınıf olarak tasnif ediyor. Ve yönetenler ile kendilerinin “üst” sınıftan oldukları, bunun tanrısal bir takdir olduğu inancı ile hareket ediyor. Hal böyle olunca; Eneslerin umutsuzluk içinde intiharları da, “deccal öldürdüm” diyen meczupların olması da vaka-yı adliye olayı sayılır…

Necati Doğru boşuna, “Enes’e yurt sunan cemaat FETÖ örgütlenmesinin aynısı” demiyor (13.1.2022, sözcü).

Öyleyse sormak gerek: FETÖ örgütlenmesi kimin aynasıdır?

“II. Vatikan” dönemin başlamasına neden olan Opus Dei örgütlemesi olmalı (bak, İ. Saygılı, Opus Dei).


[1] Ali Narçın, Sümerler, s.11-17

[2] Destek Yayınları 1361