Okumak, bizi kendi dünyamızdan alır tanımadığımız, bilmediğimiz kişilerin hikâyelerine, mutluluklarına, acılarına ortak eder.

Okumak, kendimizi tanımak, bilmediğimiz yönlerimizi keşfetmek gibi.

Okumak, memleket meselelerine ortak olmak,

Okumak, hayat kavgasında yer almak.

Okumak, derin uykulardan uyanmak.

Okumak, bazen de hayal dünyasında kaybolmak.

Korana virüs tehdidiyle karşı karşıya olduğumuz için mecbur olmadıkça dışarıya çıkmıyorum. Bu zamanı da kitap okuyarak, haberleri takip ederek ve tabiî ki birazda mutfakta zaman geçirerek harcıyorum.

Okumaya bir süre önce almış olduğum ama çalışmalarımdan ve yoğunluğumdan dolayı okuma fırsatı bulamadığım bir kitapla başladım. Bu kitabı elime alıp okuma başladığımda bu kadar canımı yakacağını gerçekten düşünmemiştim. Kitabı okudukça sorgulamaktan kendimi alamıyordum.

KADIN OLMAK evet KADIN OLMAK ne kadar zor bu dünyada!

Alınırsın, satılırsın, tecavüze uğrarsın, dövülürsün ve en sonunda hiç acımadan öldürülürsün. Bunu sana bazen tüm hayallerle evlendiğin kocan yapar, bazen o çok sevdiğin baban ve ağabeyin. Bazen devletlerarasında çıkan savaşlar yapar sana bunları, bazen de din uğruna getirilen uydurma kurallar.(Çünkü ben inanmıyorum Yaradan’ın kadına bu kadar zulüm edilmesine izin vereceğini)

Bir kitap okumuştum yıllar önce üzerinde gerçek hayat hikâyesidir yazıyordu. Dünyanın en ahlaksız savaşı olan Bosna Savaşının içinde Leyla’nın hikâyesiydi. Okudukça ben utanmıştım insan olmaktan. Binlerce Leyla’dan biriydi o sadece.

Araştırma yapmak için okuduğum kitapların birinde, Yunan’ın İzmir’e girdiğinde Müslüman kadınlara dayalı zulmünü belgelerle, fotoğraflarla gözümün önüne seriyordu. Tecavüzler, evlatlarının gözlerinin önünde katledilmesi ve daha niceleri.

Münevver Karabulut cinayetini kim unutabilir ki? Ya da Özge Can’ı. Evladının gözü önünde öldürülen Emine Bulut’u. Ya bizim bilmediğimiz binlercesini.

İran’da kocasının yalanları üzerine taşlanarak öldürülen Soraya’yı.

Para için koskoca adamlara eş satılan küçücük kız çocuklarını. Ünzile’nin kaç koyun ettiğini o çok sevdiklerimiz yapmıyor mu bizlere.

Gelelim beni bu yazıyı yazmaya sevk eden kitaba. Kitabı elinize aldığınızda arka kapağına baktığınız da şöyle bir yazı ile göz göze geliyorsunuz.

“Bu kitap mürekkeple değil kanla yazılmıştır. Yazarın kendi kanıyla”

Kuzey Irak’ta küçük bir kasaba olan Koça’da doğup büyümüş tarih öğretmeni yada kuaför olmak isteyen Nadia Murad’ın 2014 yılında IŞID’ın köyüne gelmesiyle başlayan hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Bir insanın inancı yüzünden yaşadıklarına tanıklık etmek bu tanıklığı ederken de bizim ülkemizde o dönemlerde bazı kişilerin IŞID militanlarına “hırçın çocuklar” diye bahsettiğini hatırlamak bir kere daha içimi acıttı.

En acısı da ben bu satırları yazarken bile kim bilir kaç kadın, bir yerlerde şiddet görüyor, tecavüze uğruyor ve öldürülüyor.

İnsanlık adına utanın artık biraz olsun UTANIN…