Yüksek katılım, dünyaya örnek olacağı gibi demokrasinin canlı olduğuna dair güçlü bir işarettir. Ancak demokrasi yalnızca sandıkla sınırlanırsa, denetimsiz bir alan büyür ve iktidar pratikleri kamusal alanı daraltacak biçimde şekillenir.
Nasıl ki bir sitede yöneticiyi, bir mahallede muhtarı denetlemeyi gereksiz bulursak; devleti yönetenleri de denetleme şansımız kalmaz. Demokratik kanalları bizzat kendimiz tıkarız. Sonra da aynı kişiler o tıkalı kanalları gerekçe gösterip “halk bizi denetlemiyor, o halde yetki bizde” diyerek alanı daraltır.
Türkiye’de sık yaşanan şey tam olarak budur. Seçimi kazanan, devleti geçici bir görev olarak değil, bir mülk gibi görür. Belediye binası, bakanlık, kurum… Hepsi bir parti, kulüp merkezine dönüşür. Kamusal kaynak hizmet değil, ganimet gibi paylaşılır.
Böyle bir ortamda yurttaşın rolü değişir: Katılımcı olmaktan çıkar, tribüne gönderilir. Tribün ise oyunu yapan değil, oyunu izleyen taraftardır. Oyunu beğenir ya da beğenmez; fakat müdahale etmez. Oysa demokrasi bu değil ve böyle işlemez.
Demokrasi bir eylemdir; bir müdahale hakkıdır. Oy vermek bir haktır ama oy vermemek de bir haktır. Doğruyu talep etmek, yanlışı denetlemek, yönetenleri sorgulamak ise hakkın da ötesinde, bir sorumluluktur.
Demokrasinin tanımını seçilenlere bırakırsak, demokratik alanın sınırlarını da onların çizmesine rıza göstermiş oluruz. Bu yüzden kimileri demokrasiyi tramvaya, kimileri metrobüse benzetir. Bu benzetmeyi bilerek yaparlar. Çünkü her ikisi de belirlenmiş bir hat üzerinde ilerler. Hattın dışına çıkmak mümkün değildir. Güzergâhı, yönünü ve sınırlarını belirleyen de yine aynı aktörlerdir.
Bu nedenle yurttaşın talebi, itirazı ya da denetim isteği çoğu zaman ‘oyunu bozmak’, ‘düzeni sarsmak’, hatta ‘kalkışma’ gibi suçlamalarla karşılanır. Hak arayışı zaman zaman ‘vandallık’ olarak yaftalanır. Çünkü iktidarın çizdiği hattın dışı tehlikeli ilan edilmiştir; geniş bir demokratik alan yerine dar bir koridor bırakılmıştır.
Oysa demokratik alanı seçilenler değil, seçenler belirlemelidir. Yurttaş yöneticiyi yetkilendirir; fakat yetkisini tamamen devretmez. Asıl denetim seçim günü değil, seçimden sonraki her gündür. Denetim esasen bir hak koruma mekanizmasıdır.
Hakların bütünü korunmadığında demokrasi yalnızca belirli aralıklarla tekrarlanan bir seçim ritüeline dönüşür.
Sessiz kalan toplumlarda demokrasi daralır; denetimin kaybolduğu yerde iktidar kendi gölgesini büyütür.
Gerçek dönüşüm, iktidarı ‘sahip’ değil ‘emanetçi’ gören bir kültürün yerleşmesiyle mümkündür. Yerel yönetimler de dahil olmak üzere kamusal yapılar sıkça ‘devletçik’leşir; bu nedenle belediyeleri, muhtarlıkları, meslek örgütlerini,sendikaları, kamu kuruluşlarını göz önünde tutmak denetimin ayrılmaz bir parçasıdır.
Türkiye’nin geleceği, tribünde izleyen bir kitleyle değil; sahada duran, denetleyen ve hakkını bilen yurttaşlarla kurulabilir. Çünkü o saha bir meydan değil; bütün yurt sathıdır.