Hakan Yurdanur

Eko-Sosyalist bakış açısının tahtasına önemli bir soru yazarak başlayalım: Bugün yaşayan insanlar ve toplumlar gezegendeki ekolojik bütünü daha fazla tahrip etmeden gelecek nesillere nasıl bırakmalıdır? Bunun önündeki engeller nelerdir?

Marx bu konuda “Aynı anda varolan bütün toplumlar dünyanın sahipleri değildirler. Dünyadan şimdilik yararlananlar onu iyi bir aile reisi gibi gelecek nesillere bırakmalıdırlar” diyor. Ben de böyle olması gerektiğine inanıyorum. Gelin duruma daha yakından bakalım.

Piyasa koşullarında doğa toptan değer biçilen, alınıp satılan bir ürüne indirgenmiştir. Bu durum karşımıza ilk engeli çıkarır: Toplum ve doğa arasında kullanım değerli değiş – tokuş yok edilmiştir.

Kapitalizm (özellikle sanayi devriminden bu yana ) gezegene verdiği en büyük zararın başlangıç fişeğini, doğaya fiyat biçerek ateşler. İşte bu fiyatlandırma (metalaştırma) sonucu tüm güzelliği ile akan bir nehir parası ödenip satın alınmadığı için “benim” değildir, mülkiyetime geçmemiştir. Oysa parası ödenip satın alınsa, mülkiyete geçip sahip olunsa korunacak, saklanacak "benim" olacaktır. Benim olmayan ortak müşterekler “bizimdir” ama ötekilerin “benidir”.

Doğayı toptan sermaye olarak gören anlayış, sermayenin yeniden üretimi anlamında doğayı yeniden üretememekte hatta eksiltmektedir. Ormanların katledilmesi sonucu yok olan ağaçların yerine fidan dikerek, kuraklığa karşı daha fazla yeraltı suyu çekerek , türlerin yok edilişini milli parklar kurarak, topraktaki besleyici maddelerin tükenişini sentetik gübre kullanarak önlemeyi düşünen, sahteyi sahici kılmaya yeltenen bir yapıyla karşı karşıyayız.

Sermayenin kısa vadeli çıkarları ile toplum ve doğanın uzun vadeli çıkarları arasında korkunç uçurumlar bulunmaktadır. Örneğin; toplumsal kullanım değerinin bir göstergesi olarak “ekolojik ayak izi“ ölçülebilirdir. Oysa piyasa sözcülerine göre ekolojik ölçüm ancak metalaşma ile mümkündür. Kullanım değerli uzun vadeli çözümler, değişim değerli kısa vadeli çözümlerin (siz bunu çözümsüzlük olarak okuyun) önünde engel olarak görülmektedir.

Gelecek nesilleri değilde şimdide kendini düşünen mantık Hegel‘in deyimiyle “mutlak aklın kurnazlığıdır.” Bu kurnazlık üzerine kurulmuş sistem bedeli ödenmemiş “ekolojik borç“ ekonomisininde yaratıcısıdır. Yarattığı bu ekolojik borcu dışsallaştıran sistem kendisini haklı çıkartmak adına borcu toplum ve doğaya ödetir.

Beş yüz yıl önce yaşayan toplumlar tarihi yaptıklarını, üreterek ve tüketerek doğayı şekillendirdiklerini, zarar verdiklerini bilselerdi bizlere bu şekildemi miras bırakırlardı? Karşımızda kısa dönemli (50-60 yıllık) çıkarlarını uzun dönemli (400–500 yıllık) amaçlarının yerine koyan bir yapı durmakta.

İnsanın sınırlı fakat ihtiyaçlarının sınırsız olduğu efsanesi doğaya bakışın bir göstergesidir. İnsan öleceğini bilir, bu anlamda sonludur. Sonlu bir insanın sonsuz ihtiyacı olabilir mi? Sonsuz ihtiyaçların gelecek nesillere devredilmesinin adı: İklim krizleri ve ekolojik yıkımdır.

Bugün sermayenin savunucuları ile doğanın koruyucuları karşı karşıya. Tam bu anda devreye “doğayı koruma kanunları“ girmekte. Aslında bu kanunlar; sermaye adına doğayı toplumdan koruma, yağmalayıp talan etmenin yolunu açmaktadır.

Sermayenin sınırsız büyüme isteğinin yardımcı oyuncularından birisi de psikolojik planlı eskitmedir. İhtiyaçtan fazlasını satın almak, satın alınan ürünün bilinçli olarak kullanım ömrünün kısaltılması ve ürün eskimeden yerine yenisinin alınması… Fasit daire üzerindeki köşe taşlarıdır. Sürekli yinelenen kısa çevrimli ihtiyaçlar listesi arzuların eskitilmesi ile el ele ilerler.

Doğanın ekonominin emrinde fiziki bir nesneye dönüştürülmesi beraberinde çevre ve iklim krizlerininde "şimdilik" olduğu düşüncesini yaratır, sistem içinde çözüleceği yanılsamasını öne sürer. Bu yanılsamanın arka yüzünde; doğa sınırsızdır, yok olmaz, gelecek nesillere de hayli hayli yeter sözleri yazmaktadır.

Gelecek kuşakları hiç gelmeyecekmiş gibi düşünen bu günün neoliberal mantığı içinde; yıkmadan ilerlemek, israf etmeden gelişmek, yoksullaştırmadan büyümek imkansızdır.