Koronavirüs salgınıyla birlikte, tüm dünyada alınan önlemlerin başında maske geliyor. Türkiye’de de maskeler bir süredir tartışma konusu.

Karar yazarı İbrahim Kiras, “Saldım çayıra mevlam kayıra siyaseti” başlıklı yazısında Türkiye’de üretilen maskelere değindi. Maskelerin koruyucu olabilmesi için filtreleme özelliğinin olması gerektiğini belirten İbrahim Kiras, şunları kaydetti:

Uzmanların verdiği bilgiye göre, artık kamusal alanların tamamında takmak zorunda olduğumuz bu maskeler aslında tek başına yüzde yüz koruma sağlamıyor. Ama virüs taşıyıcısı olanların bunu başkalarına bulaştırmalarına büyük oranda engel oluyor. Dolayısıyla sosyal ortamlarda maske kullanma zorunluluğu boş iş değil.

Ne var ki kullandığımız bu maskelerin etkili olabilmesi için filtreleme özelliğine sahip olması gerekiyormuş. Türkiye’de piyasada bulunan ürünlerin ise yüzde doksanbeşi bu özelliğe sahip değilmiş. Filtre demişken, öyle atla deve değil ama... Aslında pek de maliyet farkı gerektirmeyen bir kat kumaş eksik olan şey.

'FİLTRE ÖZELLİĞİ OLMAYAN TEK MASKE TÜRKİYE’DE ÜRETİLİYOR'
İbrahim Kiras yazısını şöyle sürdürdü:

‘Küçük detay’ işte bu. Ama birkaç küçük detay daha var aynı konuyla ilgili... Marmara Üniversitesi Tekstil Mühendisliği bölümü öğretim üyesi Dr. Erkan İşgören’in verdiği bilgiye göre, filtre özelliği olmayan tek maske Türkiye’de üretiliyor!

Peki neden? Böylesine hayatî bir fonksiyonu olan bu ürün için devlet tarafından belirlenmiş bir üretim standardı yok mu? Eğer varsa niye uygulanmıyor? İmalat süreçlerinde denetim yapılamıyorsa satış sürecinde de mi ürünler kontrol edilemiyor?

Devlet devlet olmaktan mı vazgeçti? Yoksa sürecin başında maske satışını yasaklama absürtlüğüne imza atan “aşırı kamucu” iktidar şimdi de ultra liberal “bırakınız yapsınlar” anlayışını mı benimsedi?

Sorulacak daha çok soru var... Ama cevaba ihtiyaç yok. Tablo ortada.

'DEVLETİN YÖNETİLEMEMESİ'
İbrahim Kiras, yazısını şöyle sürdürdü:

Mesele şu veya bu bakanlığın iyi veya kötü yönetilmesi değil... Devletin yönetilememesi… Mesele bakanların beceriksizliği değil… Özel sektörden gelen bakanlar var, kendi şirketlerini başarıyla yönetmişler bugüne kadar ama devlette aynı başarıyı gösteremiyorlar işte… Milli Eğitim Bakanı bunlardan… Hem özel sektördeki hem de geçmişte bürokrasideki başarıları itibarıyla bu göreve gelmesi ümit uyandıran bir kişi…

Ama bu süreçte ne yaptı sayın Bakan? Salgın önlemleri kapsamında okulların açılıp açılmama kararını son güne kadar veremedi. Belki de böyle bir kararı tek başına verme imkânı olmadığı için… Ya da salgının yönü öngörülemediği için… Bu olabilir, anlaşılabilir. Ama bütün bu süreç boyunca milyonlarca öğrenciye ve öğrenci velisine şu mesajı verdi her gün: “Millî Eğitim Bakanlığı her durumda yeni eğitim yılı için hazır. Yüz yüze eğitim için de hazırlıklarımız tamam, online eğitim yapılması gerekirse onun için de…” Bunları duyunca içimiz rahatlıyordu. Bakan’ın dediğine göre Milli Eğitim’in her duruma karşı ayrı ayrı hazırlığı vardı. “A planımız da var, B planımız da…” diyordu.

Eğitim yılının başlama günü gelip çattığında gördük ki A planı da yokmuş B planı da. Ya da yolda gelirken bu planların başına bir şey gelmiş!

Neyse, sonunda bir karar verildi, okullar uzaktan eğitime başladılar. Derken bu iş için tesis edilen EBA (Eğitim Bilişim Ağı) sistemi çöküverdi. Demek ki sayın bakanın aylarca “B planımız var, online eğitim için de hazırız” deyip durmasına rağmen bu yolda da adamakıllı bir hazırlık yokmuş. Ama bundan daha vahimi, yaşanan sorun karşısında bakanın tepkisi… “Bu aslında olumlu bir durum. Derslere ilginin yüksekliğini gösteriyor” demesi…

Muhtemelen bir eğitimci olarak sayın bakanın da içine sinmemiştir bu durum. Ne var ki o makamda oturunca bir şey söylemek gerekiyor. “Biz bu işi beceremiyoruz” denemeyeceğine göre “Yüz yüze eğitime bu kadar yüksek katılım beklenmediği için çöktü EBA” diyorsunuz…

Yani “ülkedeki öğrenci ve öğretmen sayısı hesaplanarak kurulmuş bir sistem değil bu. Derme çatma bir uygulama…” diyecek haliniz yok. Yine de sayın bakan efendi bir insan olduğundan bu olay için “zillet ittifakını” falan suçlamamış, dış güçleri de işin içine karıştırmamış. Buna da şükür…

 'SON İKİ ÜÇ YILDIR GİDEREK AĞIRLAŞIYOR PROBLEMLER'

Dediğim gibi, “Mesele şu veya bu bakanlığın iyi veya kötü yönetilmesi değil... Devletin yönetilememesi…” 

Üstelik, birtakım sorunlara rağmen neticede devletin iyi kötü yönetildiği bir süreçte getirilen “sorunları çözme ve ülkeyi uçurma” paketinin devleti yönetilemez duruma getirmiş olması…

Bakın, son iki üç yıldır giderek ağırlaşıyor problemler… İşsizliğin alıp başını gittiğini, üretimin durduğunu, dış borçlarımızı ödemek için ihtiyaç duyduğumuz yeni kredileri alamadığımızı, döviz rezervlerini tükettiğimizi, finansal yapımızdaki bu sıkıntılar yüzünden yeniden yetmiş sente muhtaç olduğumuzu ama bunun için kimseyle swap anlaşması da yapamadığımızı vs. vs. … söylemeye gerek yok… Bunların çoğu da devlet yönetiminde bütün işleri hızlandıracağı ve ülkeyi uçuracağı vaat edilen Başkanlık rejimine geçtikten sonra oldu. Kurumsal geleneklere, tecrübeye, istişareye, liyakate vs. değil, kişiye bağlı yönetim döneminde…

Bu yoldaki eleştirileri daima bir siyasi husumet ifadesi olarak anlamaya eğilimli olanlar da baksınlar… Devletteki güç ve yetkinin “fiilen” tek elde toplanmaya başladığı süreçten sonra ekonomide, dış politikada ve diğer tüm alanlarda hangi yöne doğru bir gidiş başlamış ve bu gidiş resmen Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçildikten sonra artmış mı azalmış mı?

Bu gidişin hızı her geçen gün artarken ülkeyi yöneten kadroların artık “saldım çayıra mevlam kayıra” siyasetine sarılmaları ne anlama geliyor?