İnsanın inanası gelmiyor. Ama maalesf gerçek.

Devlet ve hükümet kavramları farkını açıklıkla ortaya koyan olay; Türkiye’de yaşandı. Dünyayı saran küresel salgın (pandemi), devlet tarafından Nisan 2019 ayında saptanmış: Mücadele edilmesi ve önlem alınması için devlet adamları rapor düzenlemiş. 12 Nisan 2019 günlü Cumhurbaşkanı genelgesi olarak da kurumlara gönderilmiştir.

Buna rağmen, Mart 2020 tarihine kadar bu genelge “yok” muamelesi görmüştür.

Dünya Sağlık Örgütü’nün “2020’de bir salgın olacağı” uyarısı; devlet tarafından önemsenir. Devletin en yüksek ve sorumlu makamına yansıtılır. Ama hükümet ve kadroları tarafından dikkate bile alınmaz.

Bu durum, sandıktan çıkmış olsa da, hükümetin tesadüfi olduğunu gösteriyor.

Öyle olmasa;

. Aralık 2019’da Wuhan’da bütün öldürücülüğüyle ortaya çıkan Coronavirüs ciddiye alınmaz miydi?

. Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası’nın parasal yardım açıkladığı günün gece yarısına kadar “vaka yok” denir miydi?

. Çin’de, İran’da, İtalya’da günlük ölümlerin 100’leri aştığı günlerde Şubat 2020 ayı ortalarında umreye gidişe izin verilir miydi?

. Türkiye’de de ölümlerin açıklandığı sırada umreden toplu dönenler ile yurt dışında perakende gelenler; testsiz-tespitsiz şekilde evlerine gönderilir miydi?

. Aralık 2020’den bu yana COV 19 tespit ve tedavisi için hastahaneler, sağlık ekipleri, ilgili koruma gereçleri; pilot ölçüde de olsa; hazır edilmez miydi?

. Aklı başında öneri ve öğütler; particilik zihniyetiyle elin tersiyle itilir miydi?

. Dayanışma ve yardımlaşma konusunda iktidar-muhalefet belediyeleri ayrıştırması yapılır mıydı?

. Nisan 2020’nin ilk haftasında İstanbul’da açılan iki şehir hastahanesi, bakir şekilde Coronavirüs ile mücadele için tahsis edilmez miydi?

. Yeşilköy ve Sabiha Gökçen hava alanlarında sahra hastahaneleri inşa etmek için 8 Nisan 2020’ye kadar beklenir miydi?

. Hem sokağa çıkma denip hem işini, aşını, tespitini, önlemini, hastahaneni kendin bul denir miydi?

Hiç kimse kusura bakmasın. Hükümet olup devlet kadrolarını doldurmakla devlet adamı olunmayacağı; pandemi ile açık seçik görülüyor.

Devlet biryana, hükümet bir yana diyen anlayışla devlet yönetilmez.

Suriye batağına saplanma sürecinde olduğu gibi; COV 19 pandemi sürecinde de lafla peynir gemisi yürütmekle muhalefet olamayacağının da; hükümetin tesadüfiliği kadar açığa çıkmıştır.

VİRÜS SAYESİNDE BAKAN OLDUĞU GÖRÜLDÜ

Yeni hükümet sistemi ile bir siyasi partinin genel başkanı, Cumhurbaşkanı şapkasıyla “hükümet” denilen kabineyi gölgede bırakıyor. Bu yüzden kamuoyu nezdinde bakanlar gözükmüyordu.

Pandemi salgını ile kimi bakanların varlığı görülmeye başlandı.

Bu bakanların başında, Sağlık Bakanı Fahrettin Koca geliyor.

İlk ölüm vakasını açıkladığı 18 Mart gece yarısında ortaya çıktı. Bir tabip sorumluluğundan çok bir siyasetçi; bir devlet adamlığından çok bir partili görüntüsü verdi.

Örneğin hangi il, ilçe, köy veya mahallede ne oranda hasta olduğunu söyleyemedi.

Ne gibi somut önlemler alındığını söyleyemedi.

Vatandaşların hangi hallerde nerelere başvuracaklarını ortaya koyamadı.

Nisan 1919’dan beri bakanlık veya hükümet olarak elle tutulur bir hazırlık, önlem, sağlık ünitesi, tecrit hallerinde geçimlik vb nasıl olacağını örnekleyemedi.

Kendi Genel Başkanına, devletin başı olma gereği olarak koronavirüsle mücadelede Türk Tabipler Birliği’nin olmazsa olmaz olduğunu telkin edemedi.

Ancak salgının çıktığı Aralık’tan 90 gün sonra mücadele kapsamında bir “Bilim Kurulu” kurulduğunu açıkladı. Orada “din psikoloğu” ve “din sosyoloğu” bile düşünülmüş. Ama Tabipler Birliği, Sağlık Personeli Sendikası ve Yerel Yönetim temsilcilerine gerek duyulmadığı görüldü.

Nisan 2019 tarihinden sonra; ancak yumurtanın kapıya dayandığı Mart 2020 sonundan itibaren dünyanın neler yaptığına bakmaya başlanmıştır. Ama yazık ki günübirlik kararlar ve taklitçilikten öteye gidilmemektedir!

VİRÜS NEDİR, DURDUK YERDE Mİ ORTAYA ÇIKAR

Coronavirüs ile anlaşıldı ki; soruna konunun uzmanları değil; siyasetçinin pratik zekası ve taklitçilik ile çözüm aranıyor.

Ben de gazeteci zekasıyla tanımlamada bulunacağım.

Virüs nedir, ne çeşittir sorusuna bulduğum yanıtları belirteceğim.

Son günlerde “vukuu şüyuundan beter” söylentilerden hareket edersem; bunu bir tasarlanmış kimyasal saldırı ve silah olduğunu vurgulamam gerekir.

Böyle düşünmekte insanlar haksız mıdır?

Hayır.

Çünkü “komplo” diye dudak bükülen nice senaryoların, bir zaman sonra gerçek oldukları ortaya çıktığı nice örnek vardır.

Bu pandemi nedeni olan “coronavirüs” de; ekonomik savaş süreci yürüten Amerika’yla rekabette olan Çin’de başlamış olması; komploları gündemi getiriyor.

Dünya ilaç sanayi devleri etkisindeki Dünya Sağlık Örgütü’nün edilginliği de bir başka komployu düşündürüyor.

Gerçek tıbbi bilgilere göre virüsler, farklı gruplaşan değişik organizmalardır. Bu grupları birer aile gibi düşünürsek, her bir ailenin birden çok bireyinin olduğunu anlarız. Sevgili Soner Yalçın’dan esinlenerek anlatırsam:

Başlıca virüs aileleri; 12 RNA, 9 DNA, CORONA (Cov 19, Mers ve Sars) biliniyor.

Örneğin Flovirüs ailesinden 1976’da Zaire’de ortaya çıkan Ebola; ABD’nin yaygın kullandığı bir biyo silah olduğu varsayılıyor. Çünkü ABD laboratuvarlarında üretilmiştir. Ebola’nın farklı versiyonu olan Marburg virüsü de biyo silah halinde kullanılmış!

Japon Ensefalit denen beyin iltihabı virüsü de bir biyo silah aracı olarak görülür. Humma ve Hepatit-C nedeni sayılıyor. Keza savaşlarda Poxviridae ailesine mensup Variola; çiçek hastalığı nedenidir.

Virüs gibi bakteri de insanlığın baş belasıdır. Örneğin şarbon bakterisi sığırları, Vibriokolera ile yersinizveba da insan kırımı yapmıştır. Kuşlardan ve kemirgenlerden bulaşan ve biyo silah olarak kullanılmış bakteriler vardır.

Türkiye; salgın hastalıklar ile mücadelede zamanında bilimsel konum almıştır. Bunun için “Hıfzıssıha” araştırmaları enstitüsü ile yerel yönetimlerde birim kurmuştur. Fakat 2002 sonrası hükümetleri; laik cumhuriyet kazanımları gibi, bunu da enkaz ambarına atmayı hüner saymıştır.

Bu yüzden Cov 19 epidemisi karşısında aval duruma düşmüşüz.

BİR ZİHNİYET VE YASALAR

Türkiye’de vatandaşların kanun önünde eşit olduğuna inanırız.

Ama gerçek öyle midir?

Yeni bir zihniyetle yurttaşın mensubiyetine göre yasal değerlendirmeye tabi tutmak; giderek yerleşik norm halini almaya başladı.

Örneğin AKP Genel Başkanı, önüne gelene hakaret ölçüsünde yükleniyor. Ama muhataplar aynı sözcüklerle cevap verince, kendilerini Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla mahkemede buluyor.

AKP mensupları için kanun önünde bir imtiyaz söz konusu olmalı ki; herkesi aşağılayabiliyorlar ve hiçbir müeyyide ile karşılaşmıyorlar.

Nitekim Sosyal İşler Bakanlığı İstanbul İl Müdür Yardımcısı; zorunlu olarak sokağa çıktığını izah etmeye çalışan ve “çocuklarım aç, nasıl sokağa çıkmayayım” diyen bir anneye; “geber” diye hakaret ediyor. Hiçbir yasal takibat görmüyor.

İçişler Bakanı Süleyman Soylu: cenaze defin edenlere “yamyam” diyor. Grup Yorum üyesi Helin Bölek’in cenazesine katılmaları nedeniyle hakaret ediyor. Ama ona “gözün üstünde kaş var” diyen, soluğu savcılıkta aldığı halde kendisi yasalar karşısında efsunlu gibidir.

Dil, dün, ırk veya siyasi görüş bakımından ayırım yapmak ve aşağılamak; yasalarımıza göre suçtur. Bu nedenle Zonguldaklı gazeteci Cengiz Çağlayan, Suriyeli sığınmacılarla ilgili makalesinde “yamyam” dediği için Zonguldak 2. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından 5 ay hapisle cezalandırıldı.

Fenerbahçe futbolcusu Emre Belezoğlu, rakip futbolcu Zokora’ya “yamyam” dediği için, Disiplin Kurulu yönetmeliğinin 44. maddesi gereği cezalandırılmıştı.

Ama “yamyam” diyen ile “geber” diyen şahıslara dokunulmuyor!