“Stratejik Müttefik-Ortak” olarak ifade edilen Amerika Birleşik Devletleri (ABD), gerçekten de Türkiye’nin dostu mudur?

Bu sorunun yanıtı, yaşanmışlıklardır:

Polonyalı Papa ile Sovyet blokunu çökertmeyi gerçekleştiren ABD, Papa Francis’in Irak ziyareti ile yeni bir hesap yapmış olamaz mı?

Amerika “stratejik müttefikliği” ile ilgili Türkiye’nin karşılaştığı ilk net gerçek; Kıbrıs’a müdahale aşamasında Başkan Johnson’un 1964’te Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektuptur. “Amerika’nın verdiği silahları kullanamayacağımızı ve müdahale halinde 6. Filonun karşımızda yer alacağı” tehdidine karşı İnönü; “yeni bir dünya kurulur Türkiye’de yerini alır” notasıyla püskürtülmüştü.

Amerika, 12 Mart 1971 darbesini azmettirdi. Dünyanın en ileri anayasalarından biri olan 61 Anayasası’nın budanmasını sağladı. Sıkıyönetim süresince güvenlik görevlilerine fazla mesai ücreti ödedi. Sol gençlik ile Türk aydınların işkencelere tabi tutulmasını sağladı.

1974 Kıbrıs Harekatı sonrasında amansız bir ambargo uyguladı. “Gaz ve yağ” kuyrukları ile Ecevit’in azınlık hükümeti istifa etti, MC Hükümetleri kuruldu. 12 Eylül darbesine giden yolların taşları döşendi.

“Bizim oğlanlar” denilenlerle 12 Eylül darbesi gerçekleşti. siyasi partilerle demokratik sivil kurumlar kapatıldı. Başta FETÖ’nün olmak üzere, tarikatların etkinleşmesi yolu açıldı.

Ortadoğu’ya yönelik ABD planlarına karşı duran Ecevit’in koalisyon hükümeti sona erdi. Erbakan’ın önünü kesmek amacıyla kurulup iktidara gelmesi sağlanan AKP’ ve BOP Eş Başkanı bile, günü gelince gözden çıkarıldı. Trump’ın telefon ve mektupları ile Türkiye’nin onuru kırılmaya çalışıldı.

BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) bağlamında, Türkiye’nin istikrarsızlaşması ve bölünmesi amacı güdülüp terör örgütleri açıkça desteklendi.

FETÖ’yle yapılmak istenen de aslında PKK ile yapılmak istenendi.

Irak’ı, “Çekiç Güç” ile üçe parçalamış; Irak’ın kuzeyinde “Kürdistan Özerk Bölgesi” oluşturmuştur. Türkiye’nin terör örgütü olan PKK’nın Irak’tan sonra Suriye’nin kuzey bölgesine yerleşmesi olanakları sağlanmıştır.

Irak sürecinde 32. Jandarma Genel Komutanı olan Orgeneral Eşref Bitlis; 11 kişilik karargâh ekibiyle şehit oldu!

Org. Bitlis; terörle mücadele için, Ankara’dan Diyarbakır’a gidiyordu. 17 Şubat 1993 günü Ankara Güvercinlik askeri havaalanından hareket etti. Uçtuğu helikopter; Beechcorft B 200 idi. Bir yıl önce, beraberindeki ekip tarafından eksi 50 derecede uçarak Amerika’dan getirilmişti. Üstelik bir gün önce deneme uçuşu da yapılmıştı.

Kalkıştan 7 dakika sonra Bahçelievler’e (posta işleme merkezi bahçesine) düştü. Olay yerine ilk ulaşan gazeteciler; Saygı Öztürk ile Ümit Topçu idi. Daha herhangi ciddi bir inceleme yapılmamışken, ilgililer düşme nedeninin “kötü hava koşulları” olduğunu açıkladılar.

Oysa aynı gün, aynı hava koşullarında ve aynı havaalanından 7 ayrı uçak havalanmış; sağlıklı bir şekilde geri dönmüştü.

Tez canlılıkla yapılan bu açıklama, kimseyi tatmin etmemişti.

Benzer tezcanlılık; Maraş’tan Ankara’ya gitmekte olan BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu helikopterinin düşmesi sırasında da gösterilmişti!

Org. Eşref Bitlis ile ekibinin bir suikasta kurban gittiği kanaati yerleşmişti belleklere.

Sonra, Milli Savunma Bakanlığı, “ani değişen hava koşulları” nedeniyle helikopterin düştüğü kaza-kırım raporu açıkladı. Bu gerekçeyi esas alan askeri savcılık da soruşturmayı sona erdirdi.

Fakat daha sonra Orgeneral Bitlis’in “Kürtçe tercümanı” olanlardan Uzman Çavuş Yaşar adlı kişi; suikast olasılığını güçlendiren bir açıklamada bulundu gazetecilere: “Orgeneral Eşref Bitlis, Barzani le görüştü. 1720 PKK’lının teslim edileceğini belirtti. Bunun gerçekleşmesi, terörün sona erdirilmesi olacaktı. Bitlis’in şehadeti nedeniyle gerçekleşmedi…” dedi.

Bu açıklama, kamuoyundaki tereddütleri haklı çıkarıyordu.

6 Ekim 2010 tarihinde CHP İzmir milletvekili Ahmet Ersin, zaman aşımını geçirmeden, TBMM’ye bir önerge vererek olayın araştırılmasını istedi. Helikopterin düşmesinin “pilotaj hatası ve buzlanma mı yoksa sabotaj mı” diye sordu. Ancak ele alınmadı bile.

Ankara Cumhuriyet Savcılığı da bundan sonra Bitlis dosyasını kapadı.

Ama Ahmet Ersin, olayın peşini bırakmadı: “Orgeneral Eşref Bitlis’in Çekiç Güç’ün Türkiye aleyhine faaliyet yürüttüğünü; İncirlik Üssü’nden kalkan ABD uçaklarının PKK’ya yardım etiğini ve bazı ABD subaylarının PKK lider kadrosu ile toplantılar yaptığını tespit etmişti. Bunları telsiz konuşmaları ve görüntülerle kanıtlamıştı. Nitekim dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a bir mektup yazdı. –Devreye girin, önü alınamayan risklerle karşı karşıyayız- uyarısını yaptı.

ABD Büyükelçisi ise, Çekiç Güç hakkında bilgi topladığı gerekçesiyle Bitlis’i birkaç kez Özal’a şikayet etti. Dolayısıyla Eşref Bitlis ve ekibinin şehit olması ile sonuçlanan olayın -buzlanma ve pilotaj hatası- yüzünden değil, sabotaj sonucu uçağının düşürüldüğü kanısı, geçen 28 yılda kamuoyunda yaygın olarak varlığını sürdürüyor” açıklamasında bulundu.

Amerika, Irak’a girerek parçalama sonucuna gidiyordu!

Sonra sıranın kime geleceği düşünülmüyordu bile.

Zaten Cumhurbaşkanı Turgut Özal; “bir koyup üç alacağız” diyerek ABD’ye destek vermişti.

“Stratejik Müttefik” denilen ortağın düşmanca tavırları, kamuoyu kaygılarını haklı çıkarıyordu. Nitekim Kuzey Irak’ta ileriki süreçte askerlerimizin başına çuval geçirildi. Ama AKP Hükümeti, bir “müzik notası” bile vermedi!

Son düşen helikopterin düşüp bir Korgeneral ile 11 askerimizin şehit olması da “ani değişen hava koşulları” nedenine bağlandı.

Fakat aynı kaygılar giderilemedi…

PAPA’NIN IRAK ZİYARETİ
Çekiç Güç ile Irak’ı üçe bölen “stratejik ortak” ABD; Hollandalı Papa ile Sovyet Blokunu sona erdirmişti. Bu gerçek göz önünde bulundurulursa, Papa Francis’in Irak ziyaretinin ne denli önemli olduğu daha açık anlaşılır.

BOP’un kesin olarak sonuçlanması için Papa, beklenen unsur mu oluyor?

Çünkü ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra dünyanın “tek kutuplu” olmasını istemedi. İkiz Kuleler’in vurulması (kendisi mi tezgahlamıştı!) üzerine yeni bir “kutup” oluşturdu. Adını da “terör” ve “terörle mücadele” koydu.

Gerçekten de terör azdı. Özellikle Ortadoğu’yu kasıp kavurmaya başladı. BOP gereği “Arap Baharı” –aslında kışı- gerçekleşip Suriye’ye dayandı. Kuzey Irak’ta oluşturulan Özerk Barzani bölgesine PKK’nın yerleştirilmesi gibi; Suriye’ye de PYD yerleştirildi. Suriye’nin Iraklaştırılması için PYD görevlendirildi ve “ABD’nin kara gücü” olarak ilan edildi. BOP Eş Başkanlarından biri olan Türkiye’nin “eğit donat” şeklinde organize ettiği ÖSY (Özel Suriye Ordusu) desteğiyle IŞİD ile mücadele gerekçesiyle Suriye bölünür hale getirildi.

Artık Türkiye’nin güney komşuları ABD ile Rusya oldu!

Türkiye ile İran, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duyduklarını beyan ediyorlar. Büyük Kürdistan kurulmasının kendileri için tehlike olacağını belirtiyorlar ise de; Amerika “kara gücü” olan PYD’yi petrol bölgesinde özerk konuma getirmektedir.

Ege’den sonra Doğu Akdeniz’de de Türkiye’nin etkisiz hale düşürülmesi; PYD’ye karşı olan direncinin kırılmasına yönelik midir?

Suriye’nin kuzeyinde “Suriye Özerk Bölgesi”nin ilan edilmesi sürecinde Papa’nın -tarihte ilk kez- Irak’ı ziyaret etmesi, sadece bir nezaket ziyareti olarak kabul edilebilinir mi?

Yüz yıl sonra Başkan Wilson’un prensiplerinden birinin daha gerçekleştirilmesi olmasın?

Nitekim Papa; Irak Şii Bölge yönetimini ziyaret ettikten sonra, Barzani Bölgesine gitti. Mesut Barzani bunu bir nevi uluslararası “tanıma” vesilesi olarak değerlendirdi. Beş ayrı hatıra pulu ile Papa’yı onurlandırdı. Basının huzurunda Papa’ya takdim ettiği çerçeveli pul; “Büyük Kürdistan” haritası fonu üzerine Papa’nın portresini resmediyor.

Sivas, Erzincan, Erzurum, Kars, Iğdır, Van, Bingöl, Muş, Tunceli, Elazığ, Malatya, Hatay, Adıyaman, Kahraman Maraş, Gaziantep, Kilis, Şanlı Urfa, Bitlis, Siirt, Diyarbakır, Batman, Şırnak. Hakkari olmak üzere Türkiye’nin 25 ili bu haritanın içinde gösteriliyor.

Zaten Barzani’nin Rudaw TV’si, akşam sabah bu illerin meteorolojik durumunu göstermeyi sürdürüyor!

Türkiye’de özellikle muhalefet ayağa kalktı.

Hükümet, iki gün tepkisiz kaldı.

Barzani tavrından şok olmuş olmalıydı. Çünkü Mesut Barzani’nin cebine Turgut Özal T.C. pasaportunu koymuştu. Başbakan Recep T. Erdoğan da; Diyarbakır’da kırmızı halı sererek karşılamış, “megri megri” dinleterek onurlandırmıştı. Sonra davet ettiği AKP kongresinde “Türkiye seninle gurur duyuyor” tezahüratı yaptırmıştı. Hiçbir devletin tanımadığı özerk bölge bayrağını Ankara’da göndere çıkarmıştı.

Barzani’nin sarayı, başbakanlık ve içişleri bakanlığı ile merkez bankası ve üniversite binaları Türkiye tarafından yapıldı. Ödeme güçlüğü çektiği sırada 2 milyar lira tutarında memur maaşlarını Türkiye ödedi. Erbil ve Musul hava alanları ile yol ve köprüleri, tünel ve toplu konutları inşa edildi. Barzani petrolü boruyla denize ulaştırılıyor… vs

Bütün bunların karşılığında Barzani’den umutları olmalıydı.

Yükselen tepkiler karşısında, Saray ve saraylı teknokratlar yerine Dışişleri Bakanlığı’ndan isimsiz bir açıklama yapıldı: “Bazı kendini bilmez IKYB yöneticileri, bu ziyareti komşu ülkelerin toprak bütünlüklerine yönelik ham hayallerini açığa vurmak için kullanmaya yeltendiler. Bu tür sinsi emellerin ne şekilde hüsranla sonlandığını en iyi IKYB makamları tarafından hatırlanacaktır. IKBY makamlarından bu vahim hatanın derhal düzeltilmesine yönelik gerekli açıklamanın bir an önce ve net bir şekilde yapılmasını bekliyoruz” dendi.

Kuzey Irak Özerk Bölge Başkanı Mesut Barzani ile Başbakan Neçirvan Barzani adları telaffuz edilmekten özenle kaçınmanın nedeni ne olabilir?

GERME VE PROVAKASYON NEYE VE KİME YARAR
Her şey İçişleri Bakanı’nın “CHP’lileri şehit cenazelerine bırakmayın” demeç-talimatı ile başladı. Bundan sonra Ankara Anıttepe Camii’ndeki şehit cenazesine katılan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, adeta protokol dışına itildi. Hükümet erkanından hiç kimse gelenek-görenek gereği el sıkmadı.

Bunula da yetinilmedi. Onca görevlinin gözü önünde bir kişi gelip Kılıçdaroğlu’nun ayağının dibine mermi bırakmak cüreti gösterdi.

Oysa aynı Kılıçdaroğlu, şehitlerin gelmesine neden olan terör örgütü tarafından yoluna pusu kurularak kurşunlanan tek siyasi lider idi.

Zaten partili Cumhurbaşkanı, kendisin başında bulunduğu “Cumhur İttifakı” rakibi bileşenleri olan “Millet İttifakı” için “zillet, illet” ve “terörist” olarak damgalamıştı.

Çubuk ilçesindeki şehit cenazesinde ise; güvenlikten sorumlu bakanların ve ricalin gözü önünde, “Bay Kemal” linç edilmeye ve yakılmaya çalışıldı. Hükümet ve güvenlik ilgililerin adeta hoşgörüsünde bu eyleme cüret edildiği; Milli savunma Bakanı’nın “mesajınız anlaşılmıştır, artık dağılın…” hitabıyla; kanısı oluştu!

Anayasa Mahkemesi Başkanına bile had bildiren güvenlikten sorumlu bakandan çıt çıkmadı.

Daha sonra, Hükümet’in küçük ortağının isteği ve büyük ortağının inisiyatifi ile çıkarılan sınırlı özel af ile tutukluluğu sona eren “organize suç örgütü mensubu” biri; edebe sığmaz hakaret ve tehdit cüretinde bulundu. Hükümet ortaklarından hiç kimse kınamada bulunmak bir yana; “küçük ortak” lider, “dava arkadaşı” olarak ilan ederek adeta onayladı.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı ise; sürekli olarak muhalefet lideri olan siyasi rakibi; Cumhurbaşkanı şapkasıyla, sürekli aşağılayıp küfür düzeyinde hakaret etmeyi sürdürdü.

Gerilim politikasıyla hükümetin yıpranmışlığını taraftarlarına mazur göstermek; Türkiye’nin iç barışı ve demokratik gelişimi için oldukça yaralayıcı oldu. Neyse ki muhalefet lideri, her şeye rağmen barışçı ve soğuk kanlı davranıştan uzaklaşmamak sabrı gösterdi.

Muhalefeti etkisizleştirmek ve sindirmek işi; “hareketin delileri” tarafından yolun kesilerek darp edilmesi kertesine vardı.

Muhalif gazetecilerin “hapis” ve “kötek” ile hizaya getirilmesinin son örneği; eski “dava” mensubunun ayılıp eleştirilerde bulunmaya başlayan Levent Gültekin’in Halk TV kapısında 20-25 kişi tarafından yere düşürülerek tekmelenmesi oldu.

Türkiye sınırlarının Ege’den Suriye ve Irak’a kadar ateş çemberiyle sarıldığı; ekonomik krizin dayanılmaz boyuta ulaştığı aşamada; bunca gergi, kime ve neye hizmet edeceği düşünülmüyor mu?

Son provokasyon; İyi Parti Genel Başkanı’na yapılan hakaret (“fosforlu Cevriye”) oldu! Akşener de net yanıtı, gurup toplantısında verdi.

Sona doğru hızla giden “Cumhur İttifakı”nın karşısındaki “Millet İttifakı”nı parçalamaya yönelik söylem ve eylem germesi; ürkütülen kurbağaya değiyor mu?