Gün içinde medya kanalları akşama kadar adliye ya da ceza evleri önlerinden canlı yayınlara geçiyorlar. Akşamları ise TV kanallarının ana haber bültenlerinde ve devamındaki canlı yayın oturumlarında siyasiler, gazeteciler ve kanaat önderleri yargı konularını tartışıyorlar.
Bu ülkenin ve vatandaşlarının onca devasa dertleri ortada dururken yargı erki faaliyetleri ülkenin en önemli meselesi haline neden geldi? Yanıtı basit; tüm alanlarda olduğu gibi kamuoyu gündemini belirleme konusunda da tek karar verici olan iktidar böyle istediği için gece gündüz savcılıkların ve mahkemelerin faaliyetlerini konuşuyoruz.
İkna Yollu Rıza Üretemeyen İktidarlar Baskıları Artırıyorlar
Birçok yazımda bahsettiğim gibi yine değineceğim. Dünyadaki tarihsel deneyimler gösteriyor ki, otokrat iktidarlar varlıklarını sürdürmek için baskı dozunu giderek artırmak zorunda kalıyorlar. Yaygın halk desteği ile kuramadıkları meşruiyeti, kendilerine açık destek vermeyen ya da kendileri için risk olarak gördükleri kişi ve kurumlar üzerinde uyguladıkları baskı ve yıldırmalar ile kurmaya çalışıyorlar.
Baskıcı rejimler rıza üretimi için (iktidarlarının başlarında başvurdukları) demokratik ikna araçlarına dönüşün kendilerinin sonunu hızlandıracağını düşünüyorlar. Bu sebeple baskıyı sistemli artırma kısır döngüsüne saplanıyorlar. (Bu konuyu “İkna Yollu Rıza Üretimi Yerine Baskı ve İktidarın Meşruiyet Sorunu” başlıklı yazımda etraflıca tartışmıştım.)
Baskının en temel aracı olarak ise siyasallaşmış yargı eliyle araçsallaştırdıkları hukuku kullanıyorlar. Kesintisiz sürdürdükleri yargı operasyonlarını takip etmek, anlamak ve anlamlandırmaktan başımız dönüyor. Ancak sebeplerini biliyor ve hedeflerini öngörebiliyor olsak da (kanıksamamak adına) bu uygulamalara şaşırmaya, itiraz etmeye devam etmekten başka seçeneğimiz yok.
Her Güne Yeni Operasyonlarla Uyanmaya Millet Alıştı!
Yargı cephesindeki son haftalardaki bazı gelişmelere baktığımızda;
· * 11 Eylül’de Can Holding'e yönelik bir operasyon başlatıldı. 121 şirketin mal varlığına el konuldu, 10 şüpheli gözaltına alındı, bunlardan 4’ü tutuklandı.
· * Can Holding soruşturmasına Ciner Grubu’na bağlı Park Holding de dâhil edildi ve Turgay Ciner hakkında tutuklamaya yönelik yakalama kararı çıkarıldı.
· * Hemen ardından 13 Eylül’de Bayrampaşa Belediyesine bir “yolsuzluk” operasyonu gerçekleşti ve aralarında Belediye Başkanı Hasan Mutlu'nun da bulunduğu 20 şüpheli tutuklandı.
· * 23 Eylül’de Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne dönük, 2021-2024 yılları arasında düzenlenen konserlere yönelik “yolsuzluk” soruşturması başlatıldı. Aralarında belediye çalışanlarının da olduğu 14 kişi gözaltına alındı, bunlardan 5’i tutuklandı.
· *7 Ekim’de eski AKP İzmir Milletvekili Hüseyin Kocabıyık (değil hakaret, ağır eleştiri bile sayılamayacak sözler sarf etti diye) "cumhurbaşkanına hakaret" iddiasıyla tutuklandı.
· * 8 Ekim’de on dokuz medyatik kişiye ”uyuşturucu madde kullanma” suçlamasıyla soruşturma başlatıldı. İrem Derici, Hadise, Demet Evgar gibi sanatçıların da arasında bulunduğu ünlü isimler kan örnekleri alındıktan sonra serbest bırakıldılar.
Koşulsuz iktidar yanında konumlanmayı reddeden ve üstelik biraz öne çıkan tüm kişi ve kurumların yargının potansiyel hedefinde olduğunu artık herkes biliyor. Yazımın devamında bu yargı operasyonlarından, özellikle ekonomik çerçevede yapılanların amacını ve hedefini tartışmaya çalışacağım.
“Yandaşa Ödül – Muhalife Ceza” Ekonomik Sistemi
Canlıları motive etmenin en klasik yöntemi olan “ödül - ceza” sistemini iktidar (siyasette olduğu gibi) ekonomi alanında da oldukça etkin kullanıyor. Ceza; bu operasyonlarla öncelikle muhalif damarı besleme imkân ve ihtimali olan sermaye gurupları cezalandırılıyor. Ödül; bu operasyonlarla el konulan varlıklar kendilerine yakın ekonomik aktörlere dağıtılarak yandaş sermaye ödüllendirilmiş oluyor.Bu operasyonların henüz başlangıcında hedefteki şahıs ve/veya kuruluşun tüm şirketleri ve mal varlıkları TMSF’ye devrediliyor. Hukuki kılıfa uydurulmuş gibi yapılan bu işleme halk arasında kısaca “çökme” deniliyor.
Biz bu tür el koymalar ve TMSF’ye aktarmalar yöntemiyle henüz ilk dönemlerinde AKP’nin önünün nasıl açıldığına tanık olmuştuk. 2001 krizi sonrasında el konularak TMSF’ye aktarılan büyük şirketler, 2002’de iş başına gelen AKP’ye yakın sermaye guruplarına devredilmişti. Buradan temin edilen kaynaklarla AKP’ye destek olacak ilk büyük medya ağları yaratılmaya başlanmıştı. O süreçte, 2004 yerel seçimlerinden hemen sonra Cem Uzan ve şirketlerine dönük yapılan operasyonlar da bu çerçevedeki “çökme” operasyonlarının ilklerindendi.
15 Temmuz 2015 FETÖ darbe girişimi sonrasında da Gülen cemaatine aynı uygulama yapılmış, bu örgüte yakın sermaye gruplarının tüm varlıkları AKP’ye yakın sermaye guruplarına aktarılmıştı.
Mart 2025’te başlatılan İmamoğlu soruşturmasında da yine İBB’ye bağlı birçok iştirak şirketi ile birlikte Ekrem İmamoğlu’nun ailesinin altmış yıllık birikimi olan tüm şirketlere ve mal varlıklarına el konuldu.
İktidar Yanında Duruyor Görünenler de Risk Altında
Rejim otoriterleştikçe ve otoriter rejim gitgide kişiselleştikçe ülkede hukuk, can ve mal güvenliği giderek azalıyor. Böylece ülkede iktidarın “yeşil ışık” yakması koşuluyla ekonomik olarak sınırsız büyüyüp gelişebildiğiniz, ancak “kırmızı ışık” yandığında tüm varlıklarınızı ve dahi özgürlüğünüzü kaybedebileceğiniz bir sistem geliştirdiler.
Bugün ortalama bir KOBİ’nin bile bir devlet bankasından ticari kredi kullanmasının ancak parti üyeliği ve/veya siyasi kanalların referansı ile mümkün olabildiğini herkes bilir. Çok büyüklerin zaten siyasi destek olmadan ayakta kalmaları ve büyümeleri hiç mümkün değildir. Son operasyonların hedefi olan sermaye guruplarının bu denli büyümeleri; medya, enerji, turizm, sağlık, eğitim, inşaat gibi çok önemli alanlarda devasa yatırımların sahipleri konumlarına gelmeleri tabi ki iktidarın izni ve desteği ile mümkün olabilmişti.
İktidarın yanında görünmek de yeterli değil, bu sadakatin iyi günde olduğu gibi kötü günde de süreceğini kanıtlamaları gerekiyor. Değil muhalif olmak, ortada görünen ve siyasal rüzgâr değiştiğinde yön değiştirebileceği izlenimi veren hiçbir medya ve sermaye kuruluşuna tahammül gösterilmiyor. Nitekim “Haber Türk TV son seçimler öncesinde ‘tarafsızımsı’ görünüm verdiği için sahibi olan Can Holding’in üstü çizilmiş olabilir?” diyenler de var.
Mülkiyet Hakkına Karşı En Önemli Risk; İktidar
Mülkiyet hakkının muhafazası devletlerin var oluş sebebi iken bugün ülkemizde devletleşmiş olan iktidar bu hak için en önemli riski oluşturuyor.
Mülkiyet hakkının gaspı amaçlı yürütülen operasyonlar ile iktidar; Türkiye ekonomisini kontrol eden şirketlerin yapılarını değiştirerek sermayeyi çok daha etkin şekilde kontrol altına almayı planlıyor. Oluşturdukları büyük rant gelirinin iktidar bloğu içinde paylaşılmasını sağlamaya elverişli bir iktisadi yapı kurmaya çalışıyorlar. Kendilerine yakın sermaye guruplarının önünü olabildiğince açarak iktidarlarının kalıcılığını sağlayacak büyük tekeller yaratıyorlar.
Bu sebeplerden ülkede can, mal ve hukuk güvenliğinin garantide olduğunu artık kimse düşünemiyor. Talan ekonomisine doğru gidişatın hızlandığını gören önemli sermaye gurupları varlıklarını çoktan yurt dışına taşıdılar. Henüz çıkmamış olanlar ise yeni yatırımlara girmedikleri gibi en risksiz çıkışın yollarını arıyorlar.
Kuvvetler Ayrılığı Olmadan Mülkiyet Hakkının Muhafazası Mümkün müdür?
Modern devletler mülkiyet hakkının muhafazası koşuluna bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Peki mülkiyet hakkının muhafazası devletin varlık sebebi ise bu hak ihlali ülkemizde nasıl bu kadar kolay gerçekleşmektedir?
Bu sorunun yanıtı gayet basit; kuvvetler ayrılığının olmadığı veya (yasalarda olsa da) fiilen çalışmadığı ülkelerde mülkiyet hakkı asla güvence altında olamaz. Bu tür ülkelerde devleti yönetenler bu pozisyonlarını ve güçlerini yitirmemek için ellerindeki gücü (yargı erki gibi) araçsallaştırarak kullanma yoluna gidiyorlar. Hukukun üstünlüğü ilkesi yerini hukukun araçsallaştırılmasına bırakıyor ve bu durumda mülkiyet hakkının muhafazasından artık söz edilemiyor. Bu tür ülkelerin yöneticileri kendileri için risk gördükleri kişi ve kuruluşların özgürlüklerine ve mal varlıklarına kolayca müdahale edebiliyorlar.
Kısacası her ne yaşıyorsak bunların hepsinin asli sebebi; Anayasa ile (güya) muhafaza altına alınmış olan “Güçler Ayrılığı” ilkesinin fiilen yok edilmiş olmasına dayanmaktadır.