Dün bu köşede, “Faizsiz Finans Kuruluşlarının Bağımsız Denetimini Yürüten Denetçiler İçin Etik Kurallar” başlıklı, resmi gazetede yayımlanan, şeriat hukukuna dayandırılan kurul kararını ele almıştım. Konunun devamı olan yazımın bu ikinci bölümünde, kitle örgütlerinin ve siyasal muhalefetin konuya yaklaşımındaki sorunları irdelemeye çalışacağım.

Laik cumhuriyet değerlerini içselleştirerek benimseyen ve gelişmelerden kaygı duyan önemli kesime ‘laikçi teyzeler-amcalar’ klişesi çoktan vuruldu. Örgütsüz bu kesim uzun zamandır ‘ciddiye ve kaile alınması gerekmez’ bir statüye kondular ne yazık ki. Bu kesim hariç, toplumun önemli bölümünün ve siyasal muhalefetin laiklikten radikal uzaklaşmalar meselesini temel sorun olarak görmedikleri, görüyorlarsa da ses çıkarmadıkları izlenimi vardır.

Gerçekten de, siyasal iktidarın laikliği yok sayan uygulamaları çok da ciddi olmayan, günlük politik manevralar mıdır sadece? Laik demokratik cumhuriyetimiz her şeye rağmen güçlü ve dimdik ayakta durmaya devam edecek kadar sağlam temellere sahip midir?

“TÜRKİYE İRAN OLMAZ” MI?
Toplumun modern laik önemli bir kesiminde “Atatürk devrimleri ve aydınlanma bilinci Türk toplumunun genlerine işlemiştir, Türkiye hiçbir zaman bir İran olmayacak” türünden pek de gerçeği yansıtmayan bir yaklaşımın olduğu bilinmektedir. Bir sabah uyandığımızda Türkiye Cumhuriyeti yerine tam bir şeriat devletine gözlerimizi açmak olarak mı görülüyor acaba şeriat hukukuna ve devletine geçiş meselesi? Belki hiçbir zaman böyle ani ve keskin bir dönüşüm olmayacak, zaten buna gerek de kalmayacak belki. Şeriat hukukuna ve şer’i sosyal, kültürel ve ekonomik yaşam pratiklerine artan bir hızla yöneldiğimiz gerçeği gün gibi ortada.

Türban üniversitelerde serbest bırakıldığında, bunun liselere ve ortaokullara, hatta ilkokullara kadar ineceğini söyleyenlere “yok daha neler” denildiğini hepimiz anımsıyoruz. Şimdi “anaokullarında türban” meselesinden “inanç özgürlüğü” diye bahsedildiği noktaya nasıl geldiğimize dikkat çekmek isterim.

Kurbağanın kaynayan kazandan atlayıp çıkmasını önlemek için yavaş yavaş ısıtılan kazan metaforunu sık sık aklımıza getirmemiz lazım. Yavaş yavaş ve kanıksatılarak, ‘gizli ajandaları’nda bulunan tüm notları tek tek hayata geçirmeye kararlı bir şekilde devam ediyorlar.

“ŞERİATIN UYGULANMASI ÖNÜNDE ENGEL KALMADI”
İlk duyduğumuzda “yok canım, bu kadarını da yapamazlar” denilen tüm radikal dönüşümlerin bir bir gerçekleştirildiğini görüyoruz. İslam hukuku profesörü ve iktidara yakın Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman hoca da itiraf niteliğinde tam bunu söylüyor.

Hayrettin Karaman, 25 Ekim tarihli yazısında ceza alanı hariç birçok alanda şeriat kurallarının uygulanabilmesinin önünde bir engel olmadığını öne sürdü. “Bundan önceki birçok iktidar döneminde İslâmî kesimin ayaklarında maddi ve manevi hareketlerini engelleyen bağlar, bukağılar, prangalar vardı. Bu iktidar bunları teker teker çözdü, şimdi maddi ve manevî neye ihtiyacımız var ise mevcuttur. İnsanların kendi aralarında anlaşarak -ceza alanı hariç- birçok alanda ve ilişkide şeriat kurallarını uygulamalarına da engel yoktur. Değişim için en önemli araç eğitim ve öğretim ise -ki, bence de öyledir- çocukların okul çağı öncesine ait okullardan üniversiteye kadar her kademede okul açmak, mevcut okullar içinden de amaca uygun olanlarını seçmek mümkündür” diyor, daha ne desin?

DEMOKRATİK MUHALEFETİN TEPKİSİZLİĞİ
Demokratik kitle örgütleri ve muhalefet partileri laiklikten radikal uzaklaşmalar konusunda hayli sessiz ve dağınık bir görünüm veriyor. Birkaç kanaat önderi ve milletvekilinin sosyal medya paylaşımı dışında bütünlüklü, kitlesel tepkiyi organize edecek ölçüde örgütlü bir karşı duruş gösterilemiyor.

En çok umut beslenen CHP laikliğin iyice yok sayıldığı bu tür tehlikeli icraatları siyaset arenasına çok daha yüksek sesle ve kararlı şekilde taşıyamıyor. “CHP bizim kaygıyla izlediğimiz gelişmeleri o kadar da tehlikeli görmüyor mu yoksa?” sorusu geliyor akıllara. Anayasa’da yer bulan ve demokratik cumhuriyetin temelini oluşturan laikliğin tümüyle yok sayılmasına artık ne olursa ‘orada dur bakalım’ denilecek? 17 yıllık AKP iktidarlarının din üzerinden artarak devam eden siyaset yürütme şekline çaresizlik içinde yol veriliyor izlenimi vardır.

Laikliğe karşı bu gelişmelerden tabi ki tüm cumhuriyetçiler gibi CHP de oldukça rahatsız, peki bu çekingenlik neden?

SEÇMENİ KÜSTÜRME KORKUSU MU?
Araştırmalar gösteriyor ki, (kabaca) seçmeninin ortalama yüzde 65’i sağcı ve dinci partilere, yüzde 25’i sosyal demokrat ve sol partilere, yüzde 10’u da Kürt etnik kökenine yakın siyasal partilere oy veriyor.

CHP yönetimi ciddi bir ikilem yaşıyor; “laiklik elden gidiyor” söylemini uzun yıllar kullandı diye ‘toplumun değerlerine saygısız’ yaftası vuruldu ve taşa tutuldu. Yüzde 65’lik sağ ve dindar kesimden oy almak için seçmen üzerinde oluşturulan haksız izlenimi silmeyi çok önemsiyor parti yönetimi. Bunun için de AKP’nin elindeki “din kartını” etkisizleştirmek gerektiğini düşünüyor.

İmamoğlu’nun yerel seçimler döneminde sergilediği inançlı aday profilinin toplumda karşılık bulmasını da, uyguladıkları yaklaşımın haklılığının kanıtı olarak görüyorlar. (Bu konudaki yazıma buradan ulaşabilirsiniz)

CHP’NİN AÇMAZI
‘İnanca saygı’ meselesi ile laik cumhuriyet değerleri arasındaki sınırların net çizgilerle belirlenmesi hukuken belki mümkün. Ancak anlaşılan o ki, politik olarak bu net çizgiyi koymak pek kolay olmuyor. İşte CHP’nin tüm açmazının da burada düğümlü olduğu görülüyor.

Politik çekingenlik sebeplerinden dolayı; türbanın ve din eğitiminin anaokullarına kadar inmesine ses çıkaramıyorlar, üstelik ”bizim de ailemizde türbanlı var” diyerek vahim durumu sıradanlaştırıyorlar. Laik eğitim sistemi içinde mesleki eğitim dışında yeri olmaması gereken imam hatiplerin alternatif eğitim sistemi olmasına da pek ses çıkaramıyorlar, “imam hatipleri de zaten CHP kurmuştu” diyerek aşırılıklara neredeyse sahip çıkar duruma geliyorlar. Bunların sonucunda, şeriat hukukunun resmi gazetede yayınlanmasına da artık gür bir sesle karşı çıkamaz hale geliyorlar. Sosyal medyadan veya kürsüden “ama bu yaptıklarınız anayasaya aykırı” demek artık yetmiyor.

Demokratik siyasal muhalefetin, egemen siyaset dilinin belirlediği dar siyaset alanından çıkması gerekiyor. “Halkın inanç değerlerine saygı” çemberi içine kısılıp kalınmamalı. İktidarın laiklikten iyice uzaklaşmasına ve aşırılıklarına örgütlülükten gelen demokratik güçle çok daha yüksek sesle karşı durulmalı. Çok daha etkin ve kitlelerin konu üzerine odaklanmasını sağlayacak tarzda bir laiklik savunuculuğuna öncülük etmesi gerekiyor ana muhalefetin.

Düzenli olarak enjekte edilen inanç katkılı baskı siyaseti toplumun önemli kesiminin zihinlerini ve reflekslerini zayıflatmış durumdadır. Bu enjeksiyona bünyesi bağışıklı olup enfekte olmayanlardan çare beklemektedir toplum artık.