İstanbul’un en gözde semtlerinden biri olan 4. Levent.

Bir tarafı zenginliğin ve lüksün simgesi olan kafeler, yüksek yüksek binalar; diğer tarafı yoksulluğun ve asgari ücretle zar zor geçimini sağlayan insanların yaşadığı gecekondularla dolu yerleşim alanı. Bir yanda güzel, alımlı genç kadınlar ve genç oğlanların doldurduğu plazalar, alışveriş merkezleri; öte yanda sokak satıcıları, mahalle kahveleri, dilenciler, mülteciler… Beton yığınlarıyla kaplı İstanbul’da tuhaf bir semt burası. Tuhaf olmanın ötesinde, zıtlıkları bir arada barındıran bir yerleşim alanı.

Yolun bir tarafı zenginliğin, ihtişamın göstergesi… Şımarık, zengin züppelerinin takıldığı yer. Yolun diğer tarafı geçim derdine düşmüş, aç kalmamak için mücadele eden insanların ve yoksulluğun tavan yaptığı yer. Elbette eskiden gecekondu sahibi olup da müteahhitlere kat karşılığı arsasını verip zenginleşenler de var. Onlar da bu zengin ortama ayak uydurmakta zorlanan, çoğu zaman buradan kaçıp gitmek isteyen insanlar…

Haber merkezinde gün boyu aynı konular… Çin’de başlayıp bütün dünyayı etkisi altına alan corona… Corona aşağı corona yukarı… Gündem herkesi olduğu gibi beni de epey bunaltmıştı. Dünya Sağlık Örgütü virüsü “pandemi” olarak nitelendirme kararı aldı. Pandemi, dünyada birden fazla ülkeyi etkisi altına alan ve hızla yayılan salgın adlara verilen genel isimdir. Güncel tabloya baktığımızda 114 bin kişinin enfekte olduğunu, bunlardan 63 bininin iyileşme gösterdiğini, 4 binin üzerinde kişinin de hayatını kaybettiğini görüyoruz.

Bugün bir de İran sınırımıza dayanan çekirge sürüsü haberleri ajanslara gelmeye başlayınca ister istemez canım daha da sıkıldı. Kendimi gazeteden dışarı atarak biraz temiz hava teneffüs etmek istedim. Haber merkezinden çıkıp Sapphire Avm’nin ön tarafına yürümeye başladım. Hava mevsim normallerinin üzerindeydi.

AVM’nin önüne geldiğimde önce içeri girip sert bir kahve içmek istedim. Kapalı alandan çıkıp tekrar kapalı alana girmek mantıklı gelmeyince kararımdan vazgeçip güneşin de tadına varmak maksadıyla zengin züppelerin takıldığı mekânlara doğru ilerledim.

Güneşli havada yürümek, temiz oksijeni ciğerlerime çekmek iyi gelmişti. Gündemin yoğunluğu ve sıkıntısını üzerimden atamasam da bu bahar havası beni kendime getirmişti. Metro alt geçitten yürüyüp İSPARK’a daldım. Arabaların arasından geçe geçe kafe ve restoranların olduğu tarafa yöneldim.

Sokağa girdiğimde karşılaştığım ilk manzara şuydu. Restoranın ilerisindeki çöp konteynırını karıştıran 15, 16 yaşlarında esmer, kavruk bir çocuk… Restoranın güvenlik görevlisi uzaktan “Karıştırma lan o çöpü, yürü git şurdan!” Çocuk, aldırış etmeden çöpü karıştırmaya devam etti. Güvenlik görevlisi, dikkate alınmadığını görünce sinirlendi. Çocuk hâlâ topladığı kâğıt ve plastik atıkları iki tekerlekli el arabasının üzerine geçirdiği tenis çuvalının içine atıyordu.

Güvenlik görevlisi çocuğun üzerine yürümeye başladı, ona zarar vereceğini anlamıştım. Adımlarımı hızlandırıp çocuğa doğru koşar adım ilerledim ancak nafileydi. Güvenlik görevlisi çoktan tekmeyi indirmişti çocuğun poposuna. Bu arada ben de yetiştim. Güvenliğin kolundan tutarak “Ayıptır kardeşim! Yazık, günahtır. Niye vuruyorsun, garibanın teki, baksana!” deyince güvenlik görevlisi iyice sinirlendi. “Sana ne be adam! Ben, bu pislikler burada dolaşmasın diye para alıyorum, zaten işim bu! İnsanlar buraya eğlenmeye geliyor ama bu piç kuruları her yeri darmadağın edip görüntü kirliliği yapıyor.”

Öyle sinirlenmiştim ki güvenlik görevlisinin ağzının üstüne Allah ne verdiyse vurmak istedim. Ben sinirimi bastırmaya çalışırken yerden kalkan çocuk elindeki çakıyla güvenlik görevlisinin üstüne atıldı. Allah’tan bu sefer erken davranıp çocuğu tuttum. Zor zapt ediyordum. Etraftan da yardıma gelenlerin sayesinde çocuğu sakinleştirdik. Güvenlik görevlisi de hem korkmuş hem de tepkilerden çekinmiş olmalı ki bir süre sonra uzaklaştı.

Çocuğun sinirden eli ayağı titriyordu. Çakısını cebine koydu, bir iki derin nefes aldı ve el arabasını çeke çeke Suudi Arabistan Konsolosluğunun olduğu sokağa doğru seğirtti. Arkasından hızlı adımlarla ben de o tarafa yöneldim. Amacım biraz sohbet edip dışlanmışlık duygusundan kurtulmasını sağlamaktı. Sokağı dönünce onu gördüm. Kaldırım kenarındaki ağaca arabasını yaslamış, yere oturmuş, yüzünü avuçlarının içiyle kapatmış…

Yanına yaklaştım.

Yaklaştığımı fark edince hemen ayağa kalktı, kaldırımın gerisine doğru bir iki adım atıp çekildi. “Merhaba” dedim.

Korkmuş ya da kendini tehlikede hissetmiş olmalı ki elini cebine götürerek “Ne istiyorsun?” dedi.

“Korkma” dedim ve güvenlik görevlisinin neden kendisine tekme attığını sordum. Bana, “Sana ne, sen kimsin polis misin?” diye cevap verdi.

Polis olmadığımı, gazeteci olduğumu söyleyince üstündeki tedirginlik biraz olsun gitmişti. Kir pas içindeki yüzünün altında, aslında tertemiz bir saflığın olduğu yanık tenli yüzünden anlaşılıyordu. Ardından “Tamam, gazeteciysen gazetecisin niye beni takip ediyorsun?” diye çıkıştı.

“Merak işte!” diyerek, “Belki anlatmak istediğin bir şeyler vardır” dedim. “Anlatsam yazar mısın ki? Hem niye yazacaksın ki? Yazsan da ne olacak ki?” diye ardı ardına sorular sormaya başladı. “Hele sen bir anlat bakalım niye yazmayayım ki!” dedim.

“Tamam, o zaman ne anlatmamı istiyorsun?” diye cevapladı. Çekingenliğinin yanı sıra güvensizliği de yüzünden okunuyordu. “Adın ne?” diye sordum.

“Benim adım Ahmet, bana Doğubeyazıtlı Ahmet derler.” dedi.

“Eyvallah Ahmet!” dedim. “Benim adım da Ali.”

Ahmet’in biraz önceki ürkek ve korkulu halinden eser kalmamıştı. Biraz ileride konsolosluğun karşısında çay bahçesi vardı. “Ahmet şurada birer çay içelim, ben ısmarlayayım. Hem sen anlatırsın ben de dinler, sonra da yazarım ne dersin?” diye sordum.

“İyi tamam da beni çay bahçesine koymazlar abi!” dedi.

“Neden seni çay bahçesine koymazlar Ahmet, parasıyla değil mi? İçtiğimiz çayın parasını vereceğiz nihayetinde.” dedim.

“Yok be abi! çay parasını verip vermememiz değil. Onlar bizden utanıyorlar. Bizim gibi insanları adam yerine koymazlar, ondan dedim.” diye cevap verdi.

“Sen benle gel, kimse bir şey diyemez, sen benim misafirimsin.” diye ikna ettim. Çekine çekine benle çay bahçesine doğru yürüdü. Çay bahçesinin önüne geldiğimizde çeke çeke getirdiği el arabasını kaldırıma dayadı. Hava hafif hafif esmeye başlamıştı. Biz yine de bahçeye oturduk. Garson geldi. Önce Ahmet’i süzerek bir baktı. Garsona iki çay getirmesini söyledim. Ardından Ahmet’e bir şeyler yemek isteyip istemediğini sordum. “Bir kaşarlı sucuklu tost yerim ama parasını ben vereceğim.” dedi.

“Olmaz!” dedim, “Sen benim misafirimsin.” Ardından biraz önce Ahmet’i derin derin süzen garsona bir de kaşarlı ve bol sucuklu tost getirmesini söyledim.

Ahmet gün boyu sokaklarda dolaştığı için yanık tenliydi. Ahmet’e neden Doğubeyazıt’ı bırakıp İstanbul’a geldiğini sordum:

“Abi” dedi, “Bizim oralarda iş yok ki…”

“İyi de senin bu yaşta okulda olman gerekmiyor muydu Ahmet?” dedim.

Ahmet, “Abi, biz tam tamına on bir kardeşiz. Dört ablam var. Beş de ağabeyim, bir de benden küçük kardeşim… Babam yaşlı, annem küçük kardeşimi doğururken ölmüş. Bir de analığım var, babamın yeni avradı... O hep bize kötü davranıyordu. Babam da yaşlı olduğundan bırakıp gitmesin diye ona ses çıkaramıyordu. Ben de kaçtım İstanbul’a geldim. Aslında okumayı çok istiyordum ama olmadı işte. Ancak ilköğretimi bitirebildim.”

“Peki”, dedim “Ya diğer kardeşlerin, onlar ne yapıyor?”

Ahmet gülerek “Abi, ablalarımı babam başlık parasına verdi. Ne yapsın adam, o başlık paralarıyla önce on on beş kadar koyun aldı. Kalan paralarla da ağabeylerime birer avrat aldı. Ben de İstanbul’a geldim işte” dedi.

Duyduklarıma şaşırmıştım, bu çağda hâlâ başlık parası mı olurdu? Ahmet’e sordum “Yahu halen böyle şeyler var mı? Başlık parası da ne demek, ablaların eşya mı ki alınıp satılsın…”

Ahmet sırıtarak “Hee bizim oralarda öyle. Paran varsa köyün en güzel kızını babasından alabilirsin abi.” dedi.

Bu arada çaylar ve tost gelmişti.

Belli ki Ahmet bayağı acıkmıştı, garsonun getirdiği tostu kocaman kocaman ısırıyor; bir taraftan da el arabasını gözlüyordu.

Ahmet’e neden İstanbul’a geldiğini sorduğumda, “Benim ilköğretim öğretmenim İstanbulluydu, o hep İstanbul’u anlatırdı. Öyle güzel anlatırdı ki bambaşka bir şehirdi hayalimde. İşte ondan sonra kafama koymuştum, bir gün İstanbul’a gideceğim diye. İşte öyle, ben de bir gün kaçtım Doğubeyazıt’a. Oradan da otobüse binip İstanbul’a geldim. Geldim gelmesine de ne bir tanıdık ne de kalacak bir yerim vardı. Bereket yaz günüydü de parklarda yattım hep. Sonra bir gün parkta yatarken bizim kâğıtçı Mardinli Doğan ile tanıştım. O benim can arkadaşım oldu. Önce onunla kâğıt toplamaya başladık. Sonraları ben işi öğrendim, şimdi kendi başıma kâğıt topluyorum. Hem bir sürü de arkadaşım oldu. Ayazağa’da bir gecekondu tuttuk 7- 8 arkadaş orada kalıyoruz. İşte buralarda kâğıt ve plastik pet şişelerini toplayıp Cendere’deki hurdacıya satıyoruz. İyi de para kazanıyoruz abi.” dedi.

Günlük kaç para kazandığını sorduğumda, “Abi, günlük helalinden 120 lira kazanıyoruz, bazen daha fazla. Bir sürü para biriktirdim.” dedi

Biriktirdiği paraları ne yaptığını sorunca ne olur ne olmaz diye her gün bankamatikle, bankaya yatırdığını söyledi. Ardından “Ne yapacaksın bu biriktirdiğin paralarla, yoksa sen de köyün en güzel kızlarından birini mi alacaksın Ahmet?” deyince. “Ben önce bir akıllı cep telefonu alacağım!” dedi.

“Neden?” diye sordum.

Yine gevrek gevrek gülerek “Abi, İstanbul’da bu paralara ev ya da araba alamayacağıma göre akıllı cep telefonu alayım bari diye düşünüyorum.” dedi.

Şaşırmıştım, neden akıllı cep telefonu almak istediğine. Dayanamadım sordum. “Ahmet neden akıllı cep telefonu?” diye. Ahmet, “Biraz önce çöp kutusu içinden kâğıt toplarken gördün, adam geldi götümün üstüne tekmeyi yapıştırdı. Az önce aha buraya oturduğumuzda garsonun bana nasıl baktığını görmedim mi sandın! İşte bizi her yerde dışlıyorlar. Ne bir sinemaya koyuyorlar bizi ne de bir AVM’ye koyuyorlar!” dedi.

“Yahu, Ahmet ne alakası var akıllı cep telefonuyla sinemanın?” dedim.

Ahmet yine sırıtarak “Abi, amma da cahil kalmışsın ya, bir de gazeteci olacaksın!” dedi.

Ben yine bir şey anlamamıştım.

“Ahmet ben halen akıllı cep telefonuyla ilgili sinema falan bir bağlantı kuramadım.” dedim.

Ahmet “Ağabey benim şimdi bir akıllı cep telefonum olsa bak onunla neler neler yapardım…” diye saymaya başladı.

“Neler neler yapabilirsin?” diye sordum.

Aslında iyice de merek etmiştim cep telefonuyla neler yapacağını.

Ahmet cep telefonuyla neler yapacağını anlatmaya başladı: “Abi, ben şimdi kâğıt toplayarak günde zar zor 120 lira kazanıyorum bazen yarısı, bazen de hava bozuk olursa gecekondudan dışarı bile çıkmıyorum.”, “Eee Ahmet sadede gel!” diye söylendim.

Ahmet, “Bir çay daha içelim mi abi?” dedi.

Garsona işaret ederek iki çay daha getirmesini söyledim.

O konuşurken çaylar geldi.

İyice merak etmiştim cep telefonu olayını.

Tekrar sordum: “Ahmet seni dinliyorum.” diye.

Ahmet başladı anlatmaya: “Abi, söylediğim gibi ben bu kazandığım parayla her gün sinemaya gidemem, yine ben bu kazandığım parayla dünya turu yapa bilir miyim? Sonra maça gidebilir miyim? Akşamları televizyon izleyebilir miyim?” diye saydı da saydı.

“Eee Ahmet!” dedim.

“Dur, acele etme abi!” dedi ve tekrar anlatmaya başladı: “İşte ben bir akıllı cep telefonu alabilirsem bunların hepsini internetten dolaşarak yaparım. Hem dünya turuna çıkarım hem de istediğim filmi izlerim.”

Ahmet’in söyledikleri aslında biraz da mantıklıydı. Gelişen bir dünyada teknolojiyle her şey elindeki küçücük bir cep telefonuna sığdırılmıştı. İşte bir tarafta teknolojiyi kullanan insanlar bir tarafta da halen ortaçağ karanlığının geleneklerini sürdürmeye çalışan insanların yan yana, iç içe oluşu da garip bir tezattı. Ahmet’in babasının ablalarını başlık parası karşılığı satması gibi…

Hava iyice soğumuştu.

Ahmet’e “Corona virüs ortalıkta kol geziyormuş. Sinemalar kapanacakmış, okullar tatil edildi. Millet yiyecek stokları yapmak için marketlerin raflarında bir şey bırakmamış. Herkes bu illeti kapmamak için köşe bucak kaçıyor, sen çöp kutularının içinde kâğıt toplama peşindesin, hiç korkmuyor musun?” diye sordum.

Ahmet “Abi, corona virüs dedikleri benim ve diğer kâğıt toplayan arkadaşlarım gibi mi?” diye cevap verdi.

Ahmet’in bu cevabından önce bir şey anlayamamıştım.

“Anlayamadım.” dedim.

Ahmet “Anlamayacak ne var ki abi, insanlar bizi gördüklerinde de yüzlerini asarak başka yönlere çeviriyor. Bir şey sormak istesek cevap vermeden hızla yanımızdan uzaklaşıyorlar. Sanki bulaşıcı bir hastalık saçıyoruz ortalığa. Biz de insanız. Yapacak başka bir işimiz olmadığından biz de bu mesleği seçtik. Varsın olsun onlar bizi bulaşıcı bir virüs gibi görsünler. Allah işte bu corona virüsü ibret olsun diye çıkarmış. Bak bizden daha tehlikeli virüsler de varmış be abi.” dedi.

Ahmet’e belediyelerin kendilerine yardımcı olup olmadığını sorduğumda kahkahalar atarak güldü. “İlahi gasteci abi, belediyeler bize yardımcı olacağına, bizleri gören zabıtalar sokak hayvanlarını toplar gibi toplayarak bir kamyonete bindirip bir daha şehre gelmeyelim diye şehrin dışına bırakıyorlar. Allahtan hayvanları zehirledikleri gibi bizi de zehirlemiyorlar. Biz her seferinde buna da şükür diyoruz. Bugün de bizi zehirlemediler diye.”

“Abartma Ahmet!” dedim.

Ahmet “Yok be abi, vallah ellerinden gelse öyle yapacaklar.” dedi ve ekledi: “Biliyor musun abi, bazen parklarda insanlar kedi ve köpeklerini gezdiriyorlar, onları hayranlıkla izliyorum. Onlara verdikleri değeri ayrım yapmadan insanlara da verseler ne güzel olurdu değil mi abi?” dedi.

Hava iyice soğumuştu, artık kalkmak gerekiyordu. Kalkarken de Ahmet, “Abi benim konuştuklarımı gerçekten yazacak mısın?” diye sordu.

“Tabiki yazacağım Ahmet, söz verdim.” dedim.

Ahmet’in adı aslında Ahmet değil, isminin yazılmasını istemediği için adına birlikte Ahmet olsun diye karar verdik. Bu arada Ağrı Doğubeyazıtlı olduğu doğru.

Hayat ne garip değil mi?

Bir tarafta çöp kutularındaki kâğıtları hiç gocunmadan toplayarak hayallerini gerçekleştirmeye çalışan Ahmet gibi insanlar… Diğer tarafta da kendilerini din insanı olarak görmelerine rağmen milletin parasıyla zevküsefa sürerek milyonluk araçlara binip helalden haramdan bahsedenler... Diyanet İşlerinin mütevazı makam araçları… Mütevazı ödenekleri… ve yine milletin verdiği vergilerle kendilerine servet yapan vicdansız bazı kamu görevlileri… Corona virüsü korkusuyla marketlerin raflarını boşaltan insanlar… Olağanüstü durumu fırsata çevirip ellerindeki ürünlere kat be kat zam yaparak servetlerine servet katan doyumsuz, aç gözlü insanlar… Ortalık bunlarla doluyken daha çook felaketlerle karşılaşır insanoğlu.