11 Temmuz,

Henüz öğle olmamış güneş olanca kızgınlığıyla insanın tepesine öyle bir vuruyor ki sormayın gitsin. Aylardır ilk defa Beyoğlu’na gitmek zorunda kalmıştım. Bir konu hakkında bir dostla konuşmamız gerekiyordu. Malum salgın yüzünden ev ve ofis arasından pek bir yere gidip geldiğim de yoktu.

Şişli’den bindiğim Metrodan Taksim’de inmiştim. Metro içinde seyrek denilecek kadar az insan vardı. Ben dâhil herkesin yüzünde maske… Eskiden sokakta maskeli birini gördüğümde, yazık hasta olmuş diye üzülür, içimden bir an önce şifa bulmasını temenni ederdim. Şimdi ise her ne kadar pandemiden dolayı da olsa maskeleri virüs kapmamak ya da para cezası yememek için herkes takıyor. Kimin hasta olduğunu, kimin hasta olmadığını bilemediğim için de kimseye üzülmek zorunda kalmadığım gibi herhangi bir temenni içinde bulunmuyor olmam da vicdanen beni rahatlatmıştı.

Taksim Meydanı’na çıkmıştım. Hani şu Cumhuriyetin simgesi olan Taksim Anıtı'nın olduğu yere.

Cumhuriyet Anıtı demişken anıtla ilgili bir iki şey paylaşmadan da geçmek doğru olmaz. 1925’de Halktan toplanan bağışlarla İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’ya yaptırılıp 8 Ağustos 1928’de bu meydana yerleştirilmiş. Anıtın yapımı tam 2 buçuk yıl sürmüş. Roma’da yapılan anıt, İstanbul’a gemiyle getirilmiş.

Anıtın en önemli özelliklerinden biri, buraya yerleştirildikten sonra, yeni Türkiye’nin yeni düzenini ifade etmesi, İstanbul’un sembollerinden ve halkın toplanma alanlarından biri olması. Bu esnada birçok tarihi olaylara da şahitlik etmiş. 1 Mayıs 1977 katliamı örneğinde olduğu gibi.

84 ton ağırlığında olan anıtın, sadece kaide yüksekliğinin 11 metre olduğu söylenmekte. Taş ve bronz kullanılarak yapılan anıtın dört yüzünde de figüratif anlatımlar bulunmaktadır. İtalyan sanatının egemen olduğu anıtın bir yüzü Kurtuluş Savaşı’nın diğer yüzü ise Cumhuriyet Türkiye’sini simgelemektedir. Dört yüzü sivri kemerlerle hareketlendirilmiş, nişlerin bulunduğu dikdörtgen bir planla yapılmıştır. Nişler içinde yerleştirilen figürler dinamizm ve canlılık hissi vermektedir.

Kurtuluş Savaşı’nı simgeleyen tarafta halk, askerler, kumandanlar, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile birlikte önemli paşalar işlenmişken; Cumhuriyeti simgeleyen yüzde Cumhurbaşkanı sıfatıyla Mustafa Kemal Atatürk, Meclis üyeleri, halk ve öğrenciler işlenmiştir. Kalan diğer iki cephede ise sancak tutan kahramanlar, savaşa katkılarından dolayı Türk kadınları başarılı bir şekilde anlatılmıştır. Yüzleri peçeli kadınlar Osmanlı kadınını, yüzleri açık kadınlar ise yeni Türkiye’yi ifade etmektedir.

Aynı zamanda anıtta Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generali Mihail Vasilyeviç Frunze ve Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov’da bulunmaktadır.

Ayrıca heykeltıraş Pietro Canonica, kaidenin iki yan cephesine birer havuz ve çeşme yapmış olsa da buradan hiçbir zaman su akmamış.

Benim olduğum Metro tarafından bakınca anıtın arka tarafında kalan, Taksim Meydanı’nın simgesi haline gelen çiçekçilerin arkasından yükselen duvarların öbür tarafında tasarımını Şefik Birkiye ve Selim Dalaman’ın yaptığı görkemli cami inşaatı bitmek üzereydi. Böylece diyanet işleri başkanlığı Ayasofya Müzesi’nden sonra simgesel olan meydanlarda bir camii daha kayıtlarına geçirmiş oluyordu.

Hafta sonu olmasına rağmen etrafta kimse yok denilecek kadar az. Onların da çoğunluğu Arap turistler.

İstiklal Caddesi'nde de anıtın etrafında olduğu gibi pek kimseler yok. Tek tük insanlar yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya gelip geçmekteler. Hâlbuki eskiden buralarda insanlar kalabalıktan yürüyemez, birbirine çarparak zor yürürlerdi. Bir de İstiklal’in renkleri, sokak müzisyenleri o çok sevdiğim ve keyifle yürüdüğüm İstiklal Caddesi’nde garip bir hava vardı. Sessiz ve sakin… İstiklal’in o tarihi eski binaları olmasa insan kendini İstiklal Caddesi’nde değil de bir Anadolu şehrinde yürüyor hissediyor.

İstiklal Caddesi'nin sakinliğinin tadını çıkararak yürürken dalıp gitmişim. Buluşma yerini geçtiğimi Odakule’nin önüne geldiğimde anladım. Tekrar geç kaldığım için hızlı adımlarla Galatasaray Lisesi’nin iki üst sokağına yöneldim. Çay ocağının önüne birkaç sehpa, sehpaların da her iki tarafına konulmuş üçer iskemle... Sokağın içi püfür püfür esiyor. Arkadaşım beni beklerken çoktan çayını söylemiş, yudumluyordu. Arkadaşımla hoş beş sohbet ettikten sonra son zamanlarda ülkede yaşanan olağanüstü karşı devrimi; çoklu Baro sisteminden tutun, Ayasofya Müzesi’nin ibadete açılması ve sosyal medya üzerinden bizi biz yapan değerlerimizin nasıl yozlaştığı konusu üzerine uzun uzun konuştuktan sonra arkadaşımla vedalaştım.

Tekrar İstiklal Caddesi’ne çıkarak yavaş yavaş Taksim Meydanı’na doğru yürümeye başlamıştım. Birkaç saat önceki güneşin etkisi kalmamış hatta Taksim’den aşağıya doğru hafif güzel bir yel esiyor, mağazalar en yeni ürünlerini vitrinlerine koymuş müşterilerini bekliyordu.

RENGÂRENK MAĞAZA VİTRİNLERİNE BAKAN YOK
Salgın telaşından mı, parasızlıktan mı bilinmez; rengârenk olan mağazaların vitrinlerine bakan bile yok. Tek tük kafelerde oturan insanlar var. Bu arada Beyoğlu ilçe binasının önünden geçerken eski CHP Beyoğlu belediye meclis üyesi olan Birsen Derdiyok hanımefendiyi bir arayayım eğer buralardaysa bir kahve içer, gündemle ilgili bir iki kulis yaparız diye düşünerek telefonun tuşlarına dokunmaya başladım. Telin bir iki çalmasından sonra telefon açıldı. “Buyur abi nasılsın?” diye sordu. “İyiyim kardeşim, Beyoğlu’ndaysan bir kahve içelim." dedim. “Şu an bir vergi mükellefimin yanındayım ama 15 dakika sonra çıkacağım. İstersen Taksim Kazancı Yokuşu'nun başındaki kafede bir kahve içebiliriz abi.” dedikten sonra ben Kazancı Yokuşu’na doğru yürümeye başladım. Kazancı Yokuşu belleklerden silinmeyen 1 Mayıs 1977 yılı katliamının olduğu yer.

Yaklaşık 20 dakika sonra bulunduğum kafeye gelen Birsen’i epeydir görmüyordum. Hal hatır sorduktan sonra tabii birazda vergi vs. konuştuk. Birsen aynı zamanda iyi bir mali müşavir. Bir önceki (36.) CHP Kurultayında CHP disiplin kurulu adayı olmuştu. Önümüzdeki günlerde yapılacak olan 37. Olağan Kurultay’da da yeniden disiplin kuruluna aday olup olmayacağını sorunca şimdilik düşünmediğini söyledi.

HANGİ STATÜDE OLURSANIZ OLUN LAİK SİSTEME SAHİP ÇIKIN
Ardından “Hayrola siyasete mola mı?” diye sordum. “Hayır, hayır siyaset yaşamın kendisi, mola filan yok. Siyaset sadece genel merkezde değil hayatın her alanında devam ediyor. Biz kadınların sadece bir parti çatısı altında kalarak değil hayatın tüm yaşam alanlarında siyasetin içerisinde olmamız mecburi oldu artık. Baksanıza son zamanlarda kadınlara yönelik şiddet hemen her geçen gün artarak devam ediyor. Şiddeti uygulayan şu partili, bu partili diye ayırt etmiyor kadınlar olarak bu konuda daha duyarlı ve dayanışma içinde olmamız gerektiğini sürekli anlatıyor ve anlatmaya devam ediyoruz.” dedikten sonra kahvesini yudumlayarak tekrar anlatmaya başlıyor: “Geçtiğimiz günlerde başta CHP İl Başkanımız Canan Kaftancıoğlu, Berna Laçin, Nevşin Mengü ve Feyza Altun’a sonrasında Kürt siyasetinden kadınlara, Başak Demirtaş’a, daha sonrasında AKP'li Esra Bayraktar ve Semiha Yıldırım’a ve daha burada isimlerini sayamacağım kadar çok kadına sosyal medya üzerinden yapılan çirkin ve ahlak dışı paylaşımlar ürkütücü bir boyuta ulaşmış durumda. Bu paylaşımları bir kadın siyasetçi ve birey olarak kınıyorum. Kınamaya da devam ederek kadınların daha medeni ve çağdaş bir ortamda yaşamaları için laik düzene, laik sisteme sıkı sıkıya sarılarak sahip çıkmaları gerektiğine inanmaktayım. Bunun için de bütün kadınlara çağrım şudur ki, hangi partili olursanız olun, hangi statüde olursanız olun Atatürk’ün öncülüğünde kurulan çağdaş demokratik ilerici cumhuriyete sahip çıkın…” dedi.  “İstanbul Sözleşmesi feshedilmemelidir ve her maddesi uygulanmalıdır” diye de ekledi. 

Kahvelerimiz bitmişti; garson bir şeyler ister misiniz, diye sorduğunda zaman epey geçmişti. Birsen’e kahve için teşekkür ettikten sonra CHP eski Kağıthane İlçe Başkanı Gökhan Murat Pektaş ile de bir görüşmem olacağını söyleyerek ayrıldım. Ve Metroya doğru yürümeye başladım.

Taksim’den Metroya bindikten sonra, Şişli- Mecidiyeköy durağında inerek Gökhan Pektaş’ın Şişli Büyükdere Caddesi’nde bulunan Protez Saç kliniğine uğradım. Pektaş ile de biraz şuradan buradan ve Kağıthane üzerine konuştuktan sonra Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'nde gördüğüm manzaradan bahsettim. Sonrada Birsen Hanım’la biraz kadına yönelik şiddet üzerine sohbet ettiğimizi...

İNSAN YUH DEMEKTEN KENDİNİ ALAMIYOR
Pektaş: “Birsen Hanım’ın söylediklerine katılıyorum bütün kadınların makam mevkii, statüsü ne olursa olsun laik sisteme sahip çıkmaları gerekir çok doğru söylemiş.” dedikten sonra “Üstadım aslında bu mesele çok önemli bir konu: Kadına yönelik şiddetin önüne geçebilmek için eğitim şart. Eğitimin kadına yönelik şiddeti engelleme ve bilinçlendirme noktasında en önemli araç olduğu kanaatindeyim. Özellikle, kişilerin kimlik kazanımı safhasında ve sonrasında, şiddet ve istismar konusunda bilinçlenmeye yönelik eğitimler verilmesi gerekir. Bunun yanı sıra toplumsal bilinçsizlik kadına yönelik şiddetin en önemli nedenleri arasında. Toplumu bu konuda daha da bilinçlendirmeliyiz. Ama her ne kadar biz böyle düşünsek de, bulunduğumuz her platformlarda sürekli dile getirsek de, iktidardaki kadınlara yönelik anlayış faklı. Üstadım, Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağlı aile ve dini rehberlik bürolarının şiddet gören kadınlara verdiği tavsiyeleri duymuşsundur.Olacak iş mi? Baksana adamlar ne diyor: Şiddet gören kadınlara 'şiddeti kabullenmeyi, hatayı kendinde aramayı ve meseleleri aile içinde çözmeyi' tavsiye ediyor. Diyanet, resmi kurumlara başvurmayı ise en son yapışacak iş olarak telkin ediyor.” İnsan yuh demekten kendini alamıyor üstat!” diyor.

İnce sekreter elinde tepsiyle iki demli çay getirip çayları sehpanın üzerine bıraktıktan sonra Gökhan’a “Gökhan Bey müşterimiz Ayla Hanım geldi” dedi. Gökhan “Bir kahve ikram edin. Sonra da Leyla Hanım’dan, Ayla Hanım ile ilgilenmesini rica ettiğimi söyleyin, misafirim var” dedi.

Leyla Hanım, Gökhan Beyin eşi. Aslında protez saç işinde uzman olan Leyla Hanım’dır. Gökhan Bey ne öğrendiyse eşinden öğrenmiştir.

Gökhan Bey “Üstadım gidişat hiç iyi değil!” diyerek Baroların durumuna dair kaygılarını anlatmaya başladı: “Çoklu Baro, meslek birliğini bölmek, vatandaşları ‘yandaş baro’ya üye avukatlara yönlendirmek, avukatlar arasına nifak sokmaktan başka bir amaç taşımıyor. Ötesinde barolar birliği başkanını seçme koşullarını da büyükşehirde örgütlü avukatların etkisini ortadan kaldıracak şekilde düzenleyerek Baroların özgül ağırlığını yok etmeye yönelik…” diyerek sistemin sakıncalarına uzun uzun değindikten sonra “Bitmiyor üstat bitmiyor, hemen her fırsatta Meclis’te sayısal çoğunlukları olduğu için bütün kurumlara saldırıyorlar…” diye isyanını dile getirmeye başlamıştı.

”Yahu işlerin nasıl hiç onlardan bahsetmiyorsun" dedim:

“İşi gücü unuttuk üstat, baksana her hafta, her gün yeni yeni şeyler yaşıyoruz” diyerek Ayasofya Müzesi'nin Diyanet’e devredilmesinin sakıncalarından bahsetmeye başladı. “Ayasofya kararı iktidarın, siyaseten düşman olarak gördüğü kesime karşı, zafer kazanma duygusu doğrultusunda alınmış, yanlış bir karardır. Erdoğan, tabanını konsolide edip bir arada tutmak için devamlı olarak bu duyguya ihtiyaç duymuştur. Öyle ki; artık bu duyguya bağımlı bir hale gelmiş durumda, o nedenle ilk Cuma günü değil de Lozan Antlaşmasının yıldönümü olan 24 Temmuz'da yeni bir zafer gösterisi yapmak istiyor.”diyerek “Üstadım!” diyor. “Durum öyle sandığımız gibi sadece oy devşirme olayı değil. Durum oy devşirmenin ötesinde bir olay: Ayasofya kararını salt bir konsolidasyon hamlesi olarak görmek de yanlış olabilir. Önemli bir mesele de, altında Mustafa Kemal'in imzasının (dolayısıyla yetki ve sorumluluğunun) olduğu bir kararın iptali söz konusu. Bu iptal teamülen bir emsal oluşturursa, ileride Mustafa Kemal'in tüm inkılâplarına müdahaleye zemin ve olanak sunabilir. Örneğin İş Bankasındaki Atatürk hisseleri meselesine yeniden müdahale artık daha kolay zemin bulacaktır. Ve hatta daha uç bir örnek istersen; yarın çıkıp, bir gecede bizi cahil bırakan Latin harflerinden kurtuluyoruz, kutsal kitabımızın dili olan Arap alfabesine geri dönüyoruz derse ne yapacağız?” diye kaygılarını anlatıyor. Ardından “Yok üstat yok. Bunlar Ayasofya kararını Atatürk ve Cumhuriyet ile hesaplaşmaya dönüştürüp de 24 Temmuz ile Lozan göndermesi yapıyor…” diyerek kaygılarını anlattı da anlattı.

BU MİLLET BU KADAR DÜŞÜNCESİZ OLABİLİR Mİ?
Başkan dedim “Tamam da halk bu kadar mı düşüncesiz? Bu millet Cumhuriyet’in kazanımları sayesinde kul olmaktan çıkıp kanunlar karşısında eşit hak ve hürriyete sahip birey oldular. Kadınlarımız birçok ülkeden önce seçme ve seçilme hakkına sahip oldu, eğitim hamlesi sayesinde nitelikli bireyler yetiştirildi, dünya ile aynı standartların hedef alındığı modern bir Türkiye inşa edildi. Laik cumhuriyet sayesinde her sosyal ve ekonomik kesimden insanımız eğitim görüp, bürokratik ve siyasi kadrolarda yer alabilme hakkına kavuşarak devletin zirvelerinde görevler aldılar. Merak etmeyin bu millet Atasının kurduğu laik cumhuriyete ilelebet sarılarak kollayacaktır.” dedim. Pektaş da “Ben de iktidarın cumhuriyete ve değerlerine karşı bunca saldırısına rağmen halen umutluyum. Aslında İktidarın bu saldırıları karşısında insanlar olayın ciddiyetinin daha da farkına varmaya başladı. İlk seçimlerde de bu halkın iktidara gereken dersi vereceğine inanıyorum” diyerek temennilerini dile getirdi.