2020 yılında dünyanın çeşitli yerlerinde 15 ayrı deprem oluştu. Bunların üçü, Elazığ, Bingöl ve İzmir depremleridir.

15 depremdeki toplam can kaybı sayısı 197’dir. Bu kayıpların 15’i Türkiye’di üç depremdeki can kayıplarıdır.

Bugüne kadar halkımız, böylesi afetleri hep “kader” olarak yorumladı. Yorumlamaya da devam edeceğe benziyor.

Oysa “kader” sözcüğü; insan evladının bütün önlemler almasına, bilimsel verilerle hareket etmesine ve Allah’ın (CC) verdiği aklı kullanmış olmasına rağmen uğranılan durumlar halinde, avunmayı sağlayan tanımdır.

Peki, yurdumuzun faal deprem fayları (kırıkları) üzerinde olduğu biliniyor mu? Yer bilimciler sürekli Türkiye’de sıklıkla depremlerin olacağını, bu nedenle deprem ülkesi Japonya gibi bilimin gerektirdiği önlemlerin alınması gereğini anlatmaktan dillerinde tüy bitiyor mu?

Evet.

Peki, devlet ve kurumları (yerel yönetimler dahil) bu bilimsel önerilere uydu mu?

Ne yazık ki hayır.

Üstelik 1999’daki Gölcük-İzmit-Sakarya-Düzce’yi kapsayan Marmara depreminden sonra dindar olduğunu öne süren kimilerin değerlendirmesi ne oldu?

“Gölcük’te dinsizlerin gayri ahlaki hallerinin depremle cezalandırıldığı” şeklinde olmadı mı?

İzmir (aslında Sisam) depremi için dindar gözüken ve iktidar partisinin trrolleri bundan farklı mı davrandı?

Hayır.

Tam tersine; “gavur İzmir cezalandırıldı” diyerek sosyal medyada sevinçlerini belirttiler.

Ya 18 yıldır aralıksız iktidarda olmasına rağmen halen mağduriyet jikleti çiğneyenler ne diyor?

“Deprem vesayet anlayışının sonucudur” diyor.

1999’dan beri yürürlükte olan “deprem vergisi” ile toplanan paralar, depreme karşı önlemler anlamında kullanıldı mı?

Hayır.

Öyleyse yurttaş neden ya “kader” ya “cezalandırma” olarak depremi tanımlıyor?

Çünkü inancı sömürü aracı etmiş sahte dinliler ile oy ve rant peşinde olan siyasi yöneticiler halkın aklını bu yönde çeldiler. Diyanet de çeşni oldu.

Gerçek bilgiler yerine hurafe ile yönlendirilmiş, bilinçaltlarına korkular yerleştirilmiş insanlar, “öğretilmiş çaresizlik” çemberinden kurtulamıyorlar.

Tıpkı, etrafı tuzla çevrilen akrebin çember dışına çıkamaması ve sonunda zehirli iğnesini kendine batırarak intihar etmesi gibi.

O nedenledir ki halkımız; sürekli yaşadığı ekonomik yoksunluk, deprem ve sel faciaları karşısında; siyasi yöneticilerle dinci madrabazların istediği şekilde “kader” diye kendini kandırarak avunuyor.

Deprem parasının nereye gittiğini, kentsel dönüşümün neden yepılmadığını, deprem ile ilgili yönetmeliklere uyumsuzluğu neden gierilmediğini, afete dayanıklı yapılanmanın neden gerçekleştirilmediğini, imar değişikliklerinin neden yapıldığını, kaçak ve hatalı binalar için neden sürekli “imar affı” çıkarıldığını, fantastik betoni yatırımlara neden öncelik ve yoğunluk verildiğini sorgulamıyor!

Üstelik bu dindar insanlar, Peygamber’in (as) “aklını kullanmayanın üstüne pislik yağar” hadisini dilinden düşürmedikleri halde!

Çünkü dinciler, dindarları sürekli yanıltıyor ve saptırıyor.

Zira dindarlar; kendi inancı dışındaki tüm inançlara da saygılıdır. Devletin bütün inancalara eşit uzaklıkta durarak saygı duymasını ve korumasını ister. Nefret ve kin ile değil, sevgi ile dolu, hem bağışlayıcı, hem adildir.

Oysa dinciler; dini sömürüye alet ederler. Kimi oy, kimi ticaret, kimi rant aracı eder dini. Sevgi değil kin, barış değil kavga, eşitliği değil bencilliği, farklı inanç ve etnisiteyi düşman, devletin tarafsız ve koruyucu değil taraflı ve zalim olmasını ister. Kendi çıkarı için yurttaşların bile öteleştirilmesini, birbirine vuruşturulmasını ister. Mütedeyin insanların bilinçlenmesini, demokrasiye sahip çıkmasını istemez, “tasada ve kıvançta eşit ve bölünmez bir bütün” olmasını özendirmez.

Buna rağmen dindarların kendisini aldatan, saptıran, sömüren; saray yaşamlı saltanat peşindekilere rağbet etmesi ve sadaka ekonomisine razı olması; “öğretilmiş çaresizlik” değil midir?

*** *** ***

METROPOLİTAN İMAR PLANI VE DEPREM ÖNLEMİ

Partili Cumhurbaşkanı’nın İstanbul Belediye Başkanı seçildiği 27 Mart 1994 tarihinden 2 yıl sonra bir basın toplantısı yapmıştı. Hürriyet Gazetesi muhabiri Fatma Aksu’nun verdiği habere göre; “kaçak yapılara ruhsat verip bağış alıyoruz” demişti.

Bu basın toplantısından 3 yıl sonra; 17 Ağustos 1999 tarihinde büyük Marmara depremi oluştu. Yalova, Gölcük’ten Sakarya, Düzce ve Bolu’ya kadar olan yerleşkeler alt üstü oldu. Resmi bilgilere göre 17 480 yurttaşımız yaşamını yitirdi. 23 781 kişi yaralandı. 285 911 ev, 42 902 işyeri hasar gördü. Bu bölgelerde inşaat yapan 6 286 kişi, emniyetli bina inşa etmemeleri nedeniyle yargılandı. Kimine göstermelik hapis cezaları verilerek ertelendi. Sadece Çınarcık’ta inşaat yapmış V. Göçer adlı birine 18 yıl 9 ay hapis cezası verildi.

Amiyane söylemle, “hamamın namusu kurtarıldı.”

Yıkımların getirdiği yaraları sarmak amacıyla geçici olması koşuluyla “deprem vergisi” kanunu çıkarıldı. Ki 2003 yılından sonra “Özel Tüketim Vergisi” adıyla kalıcı hale getirildi. Bugüne değin tahsil edilen miktarın 71 milyar lira olduğu belirtiliyor.

Marmara depreminden yaklaşık 20 yıl sonra, 31 Ekim 2020 günü İzmir depremi meydana geldi. Gündüz olduğu için, Türkiye oraya odaklandı ve yetişti.

Büyük depremler, devletimizi önlemler alma çalışmalarına yöneltti. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı da afetler halinde İstanbul’u kurtaracak bir “İstanbul Metropolitan İmar Planı-İMP” hazırlamaya başladı: 2004 yılında 11 ayrı ünüversiteden 123’ü profesör olan 300 bilim adamı, 600 kişinin çalıştığı “İstanbul Master Plan” merkezinde çalışmaya başladı. 2006 yılında 200 milyon liraya mal olan “İstanbul Çevre Düzeni ve Ulaşım Master Planı” hazırlandı. İBB Meclisi’nde alkışlarla kabul edildi.

Sıra uygulamaya gelince, ecinniler işe karıştı. Bürokratik engeller yüzünden konu Yargıtay’a taşındı. Dönemin Başbakanı Recep T. Erdoğan’ın da taraf olduğu taşınma; kimilerine zaman kazandırdı.

Yargıtay sürecinde plana aykırı olarak 2. Boğaziçi köprüsü ve TEM etrafındaki yeşil alanlar betona dönüştü.

Planı hazırlayan “bilim kurulu” başkanı Prof. Dr. Hüseyin Kaptan (müteveffa) istifa etti.

Çünkü arkadaşlarıyla birlikte; 2. köprüden sonra 3. Boğaziçi köprüsü ve yolları ile “Kuzey Ormanları”nın yok edilmesinin, Ataköy sahilinin imara açılmasının, tarihi yarımadada 7 tünel yapılmasının… İstanbul’un idamı olacağına inanıyordu.

AKP hükümeti, planı çöpe attı!

Prof. Dr. Celal Şengör’ün İzmir depreminden önce yaptığı ve kulaklara küpe yapılması gereken uyarısı aynımıza geldi (2017’de Habertürk Gazetesi muhabirleri Ümran avcı ile Öznur Karslı’ya verdiği röportaj) : “… Türkiye depreme hazır değil. Özellikle İstanbul’u vuracak depreme!.. İstanbul’da sel olduğunda, yoğun kar yağdığında hiçbir yere gidemezsiniz. Peki deprem olduğu zaman İstanbul’u nasıl besleyeceksiniz? Yaralılara hizmeti nasıl götüreceksiniz? İnsanların nereye sığınmalarını sağlayacaksınız?” diyordu.

1999 depremi üzerine ihdas edilen Deprem Vergisi’ni 2003 yılında ÖTV olarak daimileştiren AKP hükümetleri, 18 yıllık iktidarında Türkiye veya İstanbul’da beklenen olası depremlere karşı hiçbir önlem almadığı ortaya çıktı. 21 yıldan beri tahsil edilen deprem vergilerinin (bugün itibariyle 71 milyar liranın) depreme karşı önlem dışında kullanıldığı anlaşıldı. Çünkü “bu paralara ne oldu” diye soranlara; “lüzum görülen yerlere gitti” diye yanıtlandı. Nitekim deprem toplanma alanlarının bile plaza ve AVM inşaatlarına tahsis edildiği, paraların duble yollara, hava alanlarına, tünel ve saraylara harcandığı anlaşılıyor!

İstanbul’da depremde “acil toplanma alanı” olarak belirlenen 496 yerin 419’unun imara açıldığı anlaşılıyor!

Üstelik Prof Şengör’ün olası 7.2 büyüklüğünde bir İstanbul depreminin Türkiye’nin “Avrupa’ya el açmak zorunda kalacağı” ve bunun da bağımsızlığın kaybına yol açacağı öngörüsü bile ciddiye alınmamıştır.

Gerçekten de Türkiye’nin deprem riski, oldukça korkutucudur. Örneğin 2020 yılında dünyada toplam 15 ayrı depremde 226 can kaybı olmuştur. Bunların 17’5’i Türkiye’nin kayıplarıdır.

Bu dramatik durum, Türkiye’nin yaşadığı 1999 depreminden hiç de ibret almadığını gösteriyor! Nitekim çıkarılan Deprem Yönetmeliğinin gereği, son 18 yılda yapılmamıştır.

1999 Marmara depreminde yaşanan yıkım ve ölümler dikkate alındığında, böylesi bir olayda İstanbul’da meydana gelecek durumun düşüncesi bile insanı ürpertiyor. Buna rağmen yönetsel aymazlık şaşırtıcıdır.

İzmir’de sadece 20 bina yıkıldı. Her taraftan koşan 50’den fazla arama kurtarma ekiplerinin çabalarına rağmen can kaybı 114’ü buldu. 4 günde 32 daireli yüksek bir binanın en alt katına ulaşılabilindi. Ağır yaralıların durumları halen belli değildir. Depremzedelerin yaralarını sarıcı devlet-belediye eli; ancak çadır kentlerde iaşe ve ibadeyi gerçekleştirdi.

Ya 20 milyonluk İstanbul hangi alanlarda ve hangi ulaşım olanaklarıyla nasıl iaşe ve ibade olacaktır? En az 500-600 binanın ağır hasar göreceği varsayıma göre hangi arama kurtarma ekipleri ve sağlık kurumları ne ölçüde yetecektir?

2004-2006 yıllarında 300 bilim adamının hazırladığı “İstanbul Çevre Düzeni ve Ulaşım Master Planı” önemi halen anlaşılmış gözükmüyor!

Anlaşılsaydı 2002’den beri iktidar olan AKP; 2018 yılında 3194 sayılı yasanın 16. maddesine yaptığı eklemeyle örtülü imar affı gerçekleştirilir miydi? “31 Mart 2017 tarihinden önce ruhsatsız yapıların kayır altına alınması” denerek uygulanan “İmar Barışı;” İBB Başkanı Recep T. Erdoğan’ın “kaçak yapılara ruhsat verip bağış alıyoruz” beyanının topyekün şekli değil midir?

İmar Barışı yasasında “yapının depreme dayanaklılığı malikinin sorumluluğundadır” ilkesi; depremzedeleri mi koruyor, yoksa çürük ve kaçak inşaatlar gerçekleştiren müteahhitler ile buna göz yuman denetleyici ve izin veren kişi ve kurumları, devlet ve belediyeler mı sorumluluktan kurtarılıyor?

Bu yasa, Türkiye Ziraat Mühendisleri Odası (TZO) tarafından yargıya taşındı. Danıştay Savcısı (Aylin Bayram), TZO’nun itirazı ile ilgili görüş bildirdi:

“Yasanın 16. maddesi Anayasa’ya aykırıdır. Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması gerekir… Kişilerin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının korunması devlertin görevleri arasında yer aldığından; bu hakkın yerine getirilmesi bakımından getirilen düzenlemelerle idarelere denetim ve gözetim görevleri yüklenmiş olup16. madde hükmünde yer alan düzenleme ise yükümlülüklerin yerine getirilmemesine neden olacağından; Anayasa’nın 56. maddesine aykırı olduğu sonucuna varılmıştır” deniyor.

Buna rağmen yargının ilgili dairesi halen gerekli kararı vermemiştir.

İzmir depreminden sonra TZO, bunu görüşün ifası için yeniden 6. Daire’ye başvuruda bulundu.

Halen politik tercihlerle ve partizan anlayışla mı hareket ediliyor!