Balkan savaşlarının yorgunu olan ve “hasta adam” olarak tanımlanan Osmanlı Devleti; saray damadı maceracı Enver Beyin emrivakisiyle 1. Dünya savaşına girmişti. Bunun sonunda da tarihten tasfiye edilme sürecini yaşanmıştı.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalayıp ordularını terhis etmiş ve silah ve cephaneliklerini galip devletlere teslim etti. Sultan Vahdettin ve sadrazam Damat Ferit, 30 Ağustos 1919’da da Sevr Antlaşmasını imzaladı. Bir bakıma tarihten silinmeyi kabul etti.

Galip devletlerin donanmaları başkent İstanbul’a demirlediği günlerde, terhis edilen orduların komutanları da İstanbul’a doluşuyordu. Anadolu ve köyler, savaş artığı kör, topal, öksüz ve yetimlerle dolmuştu. Umutsuzluk, açlık ve yoksulluk; umutsuzluğun kaynağı olmuştu. Savaş bıkkını halk, asker kadar acılar yaşıyordu. Savaş yılgınlığı ve nefret duygusu ülkeyi sarmıştı.

İşte böylesi ortamda her yurttaş; -ne olacak bu işin sonu- sorusunu soruyordu.

2002’den beri, “Osmanlı Torunları” olarak Türkiye’yi yönetenlerin vardıkları sonuç; halka aynı soruyu sordurmak olmuştur.

“Saray” anlayışıyla halkı ümmetleştirerek yönetmek; demokrasinin yok edilmesine ve zımni de olsa, bir saltanatın kurulmasına yol açacaktır.

Kurtuluşu gerçekleştiren gazi TBMM’ini etkisizleştirerek kararnamelerle hukuk oluşturmak; hak ve özgürlüklerin kısıtlanması sonucunu getirecektir.

Dış politikadaki tutarsızlıklar, “derin strateji” iddiasıyla ülkeyi yalnızlaştırmıştır. “Nasihat heyetleri” ile terör mücadelesini başarmak, “stratejik ortak” hatırına komşu topraklarını işgalle barış ardına düşmek; Enver Paşa’nın emrivaki ve maceracılığını yinelemektir.

Şeriatçı öngörülerle komşu Suriye’de “İhvan” egemenliği uğruna, Türkiye riske edilmiştir. Rusya ile Amerika stratejilerini gerçekleştirecek eylemlere girişmek; işsizlik ve yoksulluk nedeniyle arsenik ve yakmakla intihar eden Türk halkını Mondros sonrasındaki umutsuzluğa düşürmüştür.

Ülkeyi yönetenler, sınırdaki mayınları İsrail’e temizletme öngörüsüzlüğü gösterdi. Yurtsever tepkiler nedeniyle gerçekleşemedi. Ama ayni İsrai’in düşman gördüğü Suriye içişlerine karışma, hüner sayıldı.

Türkiye’nin geleneksel “yurtta sulh, dünyada sulh” ilkesine saygı duyulmadı. Böylesi öngörüsüzlüklerle Ortadoğu bataklığına saplanıldı.

Bununla da yetinilmemiştir. Sınırlarımızın teröre karşı savunmak yerine, ABD’nin BOP’u gereği ifa edildi: Komşu topraklarına militarist hamleler yapıldı.

Ard arda gelen şehitlerle ulusu acı ve umutsuzluklara sürüklendi. Dünya savaşına sürüklendiği gibi, Suriye’de de savaşa sürüklenmektedir. Kadim komşulukların yerini sürekli düşmanlıklar almaktadır.

Suriye saplantısı nedeniyle Ege’de pasifize olunmuştur. Türk askeri Suriye topraklarında “gözlem noktaları” oluştururken; Yunan askerinin Ege’de 18 adamıza fiilen yerleşmesine seyirci kalınmıştır.

Bu bile, ayılmaya yetmemiştir!

“Stratejik ortak” sayılan Amerika’ya elini veren kolunu kaptırmayı önleyememiştir.

Toprak bütünlüğünden yana olduğumuzu açıkladığımız Suriye’ye sokulan askerimizin ne koşullarda olduğunu kamuoyu yeterince bilinmiyor. İdlib’de Suriye ile –savaş” halinde olup olmadığı yöneticiler tarafından açıklanmamaktadır. Tıpkı Sarıkamış dramının haber yapılmasını yedi yıl önleyen Enver Bey yasağı yaşanmaktadır.

Bir taraftan el topraklarında gelen şehitlerin, diğer taraftan işsizlik ve yoksulluktan intihar eden evlatların acısı milletin yüreğini yakıyor.

Mondros sonrasında olduğu gibi halk -ne olacak bu memleketin hali- diye sormaktadır!

*******

ANLAMAKTA ACZE DÜŞÜLÜYOR

Asker aleyhtarlığıyla iktidara gelenler, YAŞ toplantılarında askerin kendini koruyan ilkeleri uygulamaları sona erdirdi. Daha önce ordudan kovulanları yönetime geldikleri kurumlarda baş tacı etti. Laik Cumhuriyet yanlısı subayları tasfiyeye tabi tutarken, boşalan kadrolar daha sonra FETÖ yanlısı olarak suçlanacaklarla dolduruldu.

Bununla da yetinilmedi. Kurulan “kumpaslar” ile Kuzey Irak’ta Amerikalıların yaptığı türden yurtsever subayların başına çuval geçirildi. Silivri’de ordunun tepesindeki Genelkurmay Başkanı bile “terör örgütü lideri” olarak yargılandı. Orduya adeta diz çöktürüldü.

Onlarca yıl el ele, omuz omuza vererek aynı menzile yürüdüler. Makam ve para paylaşımından tatmin olmayan omuzdaşlarının “hain darbe” girişimi bile “Allah’ın bir lütfu” olarak kabul edildi. Kumpaslar ile gardı düşürülen ve manen sindirilen ordu; binlerce yıldan beri süregelen teşkilatı darmadağın edilerek pasifize edildi. Askerlik bile yapmamış siyasetçiler, dört yıldızlı subayların tepesine çıkarıldı. Ordunun da İmam Hatip Okulları gibi “arka bahçe” haline getirilmesi amaçlandı.

Kurulan kumpasların dünyada örneği yoktu. Terörist suçlamasıyla geleneksel ilkelere aykırı şekilde yargılanarak zindana atılan Genelkurmay Başkanı; FETÖ siyasi ayağını ortaya çıkartabilecek bir açıklama yaptı. Yer yerinde oynadı. Özellikle kumpas davalarının “savcısı” yeri göğü inletti.

Bunca celallenmenin nedeni, bir gece vakti TBMM’nin görüşmekte olduğu kanun taslağına önergeyle eklenen maddenin kumpaslara yol açtığının ifade edilmiş olmasıdır. Askeri suçların askeri mahkemelerde yargılanması geleneği bile değiştirilmişti. Yüce Divan’da yargılanması gereken Genelkurmay Başkanı’nı özel kurulan sivil mahkemede yargılama yolu açılmıştı.

TBMM’nin yanıltılması nedeniyle hassasiyet gösterilmemişti. Ama yanıltılmanın gündeme getirilmesi karşısında aşırı bir hassasiyet gösteriliyor.

Bir kanun tasarısı, önce komisyonda görüşülür. Komisyonun son şekil verdiği metin TBMM genel kurulunda görüşülmeye başlanır. Görüşme sırasında bu uygulamanın dışına çıkarak bir emrivakiyle önemli bir değişiklik yapılmasının istenmesi iyi niyetle bağdaşır mı? Bu değişiklikten canı yanan ve onuru kırılan bir kimsenin nedeninin açıklaması; TBMM’ne hakaret sayılarak o önerge sahiplerinin suç duyurusunda bulunması istendi. Bu istek, emir-komuta zinciri içinde ifa ediliyor.

Bunu isteyen ise, kumpas davaları sürecinde “savcıyım” diyen ve bugün de FETÖ ile mücadele etmekte olan ve ordunun “başkomutanıyım” diyen partili Cumhurbaşkanı’dır.

Yurttaş olarak neyin doğru olduğunu anlamakta acze düşülüyor!