2. tip karakterleri severim.

Çünkü 2. tipler vatanı, milleti için kendi varlığını feda eder, onun için ne gerekiyorsa yaparlar.

Oysa 1.tipler ellerine "Pera Palas’ın sırları"nı geçirseler yalnız kendi emellerine kullanırlar.

"Pera Palas’ta Gece Yarısı" dizisini zevkle -hiç yapmadığım bir şeyi yaparak- 2 gecede izleyip bitirdim. Üstelik 2 yıldır televizyondan oldukça uzak durmuş biri olarak.

Belki Pera Palas adı edebiyat tarihinde sıkça geçtiği için, belki Pera Palas’ın yenilenmiş halini çok istediğim halde bugüne dek görememiş olduğum için.

Geçen gün telefonda sohbet ederken diziye ilişkin düşüncemi paylaştığım Hande "senin haberin yok galiba sosyal medya Hazal Kaya’nın oyunculuğunu eleştiriyor. Anlaşılan beğenen bir sensin" deyince şaşırıp durakladım.

Sonra neden farklı düşündüğümü anlamak istedim Twitter’e baktım. 

Pera Palas’ın resmi fragmanı - henüz seyredemediğim - Kulüp’ün resmi fragmanıyla karşılaştırılıyor, ilkinin oyunculuk ve diksiyon açılarından ne denli berbat, ötekinin ne denli mükemmel olduğu söyleniyordu. İkisini de izledim, doğrusu büyük bir fark da göremedim. Üstelik her iki fragmanda da alçak sesle yapılmış, duygu dolu anlaşılmayan konuşmalar vardı. 

Geçelim Hazal Kaya’nın utandıran oyunculuğuna…

İzninizle aklımdan geçeni sorayım: Nasıl oluyor da utanç ve bıkkınlık duymadan Yasak Elma ve benzeri dizileri izleyebiliyorsunuz?

Pera Palas için ‘tek bir eleştirin de mi yok?’ diyenlere şunu söyleyebilirim: Sosyal medyadaki saldırılar kanımca çok yersiz. Emek verilmiş her şeyin önce bütününe bakmak gerekir. Rahatsız eden noktalar aranırsa mutlaka bulunur. Kanımca bunlar Hazal Kaya’nın yeteneğinde aranmamalı. Mesela Esra’nın sahne kostümleri, yapılan makyaj, oyunculuğunun eleştirilmesinde etkili olmuş olabilir diye düşünüyorum. 

"Atiye"yi çok sevmiştim, aynı şekilde "Pera Palas’ta Gece Yarısı"nı da sevdim.

Hikâyenin başından beri birbirlerinden kuşkulanan Esra ve Hâlit sonunda hem birbirlerine hem de Mustafa Kemal Paşa’ya gerçek sevgiyle bağlanmış olduklarını kanıtlıyorlar.

Onun neler başardığını bildikleri, anladıkları bir zamandan geldikleri için yüreklerinden akan duyguları müteşekkir bir tavırla gösterirken bunu izleyiciye de geçiriyorlar. 

‘Diziyi neden beğendiğin şimdi ortaya çıktı’ diye kolayca dile geleceklere şunu söylemek isterim: Hikâyenin dayandığı bir etik var. Bana asıl o dokundu: Vefa. 

Yazının başında 1. ve 2. tiplerden söz etmiştim. Ayrıca Bernard Shaw’un "Great Expectations"[Büyük Umutlar] filmini izlemiş olanlar beni anlayabilirler. Her neyse…  "Pera Palas’ta Gece Yarısı" dizisi etiği dışında beni "Atiye"deki gibi fantastik yanıyla etkiledi. 

Otelin her odasında ayrı bir zaman yolculuğuna çıkılıyor. Bir odasında girdiğiniz zamanı kabul etmez, kişilere, olaylara müdahale etmeye kalkarsanız, öteki odalardaki zamanları da değiştirmiş oluyorsunuz. Ve istediğiniz zamana asla geri dönemiyorsunuz. 

Senaryonun tüm zenginliği işte burada: Büyük hikâye içinde ucu açık küçük hikâyelerle belirlenen sonuca varmasında. 

Birinci Sezon bunu başarıyor: Hikâyenin kahramanı yetimhanede büyümüş, okuyup gazeteci olmuş, hata yapsa da yapmasa da anlayışsız patronundan fırça yiyen ama buna aldırmayan, dünyanın yetimhaneden daha kirli olduğunu, insan üzerinde daha büyük hasarlar bıraktığını fark eden ve iş için gönderildiği Pera Palas’ta görevini yapmaya hazırlanırken başlayan hikâyede Esra; zaman içindeki yolculuklarında gazeteci heyecanıyla olaylara bodoslama dalan bir genç kadın. Hangi zamana giderse gitsin bu coşkusundan bir şey yitirmez. Buna karşın aldığı sorumluluğu -16 Mayıs gecesi Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa’ya teslim edilecek cephaneyi - yaşamı ve kızına kavuşma pahasına, kararlılıkla yerine getirir.

1.Sezon böyle bitiyor. Ancak izleyiciye 2. Sezon’un hikâyesinin de ip ucu veriliyor. Netflix yapımcıları zaten bir marka olan Pera Palas’ın sırlarını sezonlar boyu uzatabilir. Yabancı izleyicilerin ilgisini çekmeyeceğini, otelde kalmak isteyen turist sayısının artmayacağını kim söyleyebilir?


*Bu yazı, Toplumsal gazetesinin 27. sayısında yayımlanmıştır.