İnsan yaşadıkça atasözlerini daha doğru kavrıyor. Nitekim “ibret alınsaydı hiç tarih tekerrür eder miydi” ibaresinin anlamı yaşanmakla daha özümsedim. Partili Cumhurbaşkanımızın halkın açlığından söz eden muhaliflere gösterdiği tepki; Türkiye’de tarihten ne denli ibret alındığını gösteren en son örnektir.

Bu; Fransa kraliçesi Marie Antoinette’in bundan 232 yıl önce gösterdiği tepkinin günümüzdeki tekrarı gibidir.

Fransız halkı, Ekim 1789 tarihinde “ekmek, ekmek” diye bağırarak Versaille Sarayı’nın önünde toplanır. Saray halkı ve aristokratları, pencereden olanları izler. Kraliçe; “bunlar ne istiyorlar?” diye sorar. “Halk açız, ekmek istiyoruz” dendiği cevabını alır. Bunun üzerine M. Antoinette, tarihe mal olan şu ifadede bulunur:

“Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” der.

Böylece saray yaşamlı yöneticilerin halktan ne denli kopuk oldukları tarihe mal olmuştur.

Bu ibret, Osmanlı sarayı tarafından da alınmamıştı. 1881 yılından itibaren ekonomik yönden fiilen Duyunu Umimiye’ye bağımlı hale gelmiş olan “hasta adam;” Balkan ve Dünya savaşları ile yokluk ve yoksunluk içine düşen halkın durumunu ve devletin borçlarını görmezden gelerek yeni bir saray (Dolmahçe) inşa eder. Eleştirileri de, “maliyeti sadece beş pangolottur” diye yanıtlar. Bu tutar, sarayın inşası için gerekli olan paranın darphaneden basılması maliyetidir.

“Osmanlı torunları olarak biz de ”hasta adamın” can çekişir koşullarda yaptığını yapıyoruz. Bizi yöneten yönetimin (sistemin) başındaki baş yönetici; ekonomik darlık içinde bunalmış halkın sesi olmaya çalışanlara; Fransız kraliçesinin verdiği tepkiyi anımsatan bir tepki gösterdi:

“Memlekette aç varsa siz de doyurun” dedi.

Bu sözün irticalen mi, sürçü lisan mı; ya da astronomik maaşlı danışmanlarının hazırlamış oldukları bir metin gereği olarak mı söylendiğini bilmiyoruz.

Bilinen; 1789’de yaşanmış tarihi olaydan hiç ibret alınmadığıdır!

Zamana ve demokratik yönetim anlayışına rağmen yönetenlerimizin halktan koptukları anlaşılıyor. Saray ihtişamı ve nimeti içinde, halkın kuru ekmekle nefis köreltmesini, “tokluk” olarak görüyorlar!

*****

Devlet; yurttaşların aç kalmalarını önlemek ve güvenlik içinde olmalarını sağlamak için vardır. Oysa son yıllarda devletimizi yöneten anlayış; üretim evi olan fabrikaları satıp beton ekonomisiyle bireysel rant edinmek şeklini almıştır.

Oysa fabrika üretir. İstihdam, artı değer ve yeni yatırım olanakları sağlar. Bu da yurttaşların işsiz, dolayısıyla aç kalmalarını önler. İnşaat-beton ise, her yer ve zamanda bir ölü yatırımdır. Kolay kazanmak, köşe dönmek olanağı ve yurttaşa değil, sayılı kimselere yarar sağlamak yoludur.

1912-1922 yılları arasında aralıksız şolarak savaş yaşayan, yetişkin insanını yitiren, ama buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurmayı başaran halkımızın büyük özverisi, bugün anlamsız hale getirilmiştir.

Halbuki Türk halkı, tarım ve hayvancılık ile savaşın yıkımını gidermiş. Sanayi devrimi ve ekonomik mucize gerçekleştirmiş; modern Türkiye yolunu açmıştır.

Günümüzdeyse rantçı ve beton ekonomisi anlayışı, 1980’lerden beri hem tarımda, hem sanayide Türkiye’nin üretkenliğini yok etmek şeklinde sürmektedir. Hükümet, torunlarımızı bile borçlar yükleyerek gerçekleştirdiği beton ekonomisi, halkı midesine beton bağlamaya zorlamaktadır. Üretim ekonomisi yok olunca, açlık mukadder olmuştur. Hizmet sektörü, bina ve yol-köprü inşaat gibi sektörler; yüksek işgücünün istihdamını karşılamakta yetersiz kalmaktadır. Özellikle “garantili” ihalelerle belirli insanlara haksız kazanç sağlamayı, beceri sayıyor!

Bu yüzden geniş halk kitlelerinin insan onuruna uygun şekilde doyma yolları da, olanakları da kapatılmıştır. Bunun doğurduğu, açlık sorunu günahının muhalefet edenlere havale edilmesidir.

Sanki 20 yıldan beri ülkeyi muhalefet yönetiyor.

Sanki beton ekonomisinde öncelik cami gibi ölü inşaatlara verilerek, adım başı inşa edilmekle istihdam ve üretime çare bulunuyor!

Sanki camiler olmadan müminler dinini diyanetini yaşayamıyor.

Sanki camiler çoğaltılırsa aç k…ğin kiler delmesi önlenecektir.

Sanki “köçek aç oynamaz” atasözü tersine dönecek!

Öyleyse saray ve burjuvası neden üçer beşer maaş almaktan doymuyor?

Devlet memurluğu “barem”inde en yüksek maaş; eskiden Başbakanlık müsteşarı maaşı idi. Şimdiyse, Cumhurbaşkanı Genel sekreterliği maaşıdır. 16. dereceden 1. dereceye kadar liyakat ve kıdeme göre adil bir kademe vardır. Ama iki ile yediye kadar maaş alan “hint kumaşı” değerindeki bürokratlar; toplamda Cumhurbaşkanı maaşını bile katlıyorlar. Böylece hem “devlet memurin kanununa” aykırı statü, hem haksız kazanç ediniliyor! Bu da asgari ücret düzeyinde maaş alan memurları kahrediyor.

Barem sınırı içinde olmayı sindiremeyenlerin “devlet memuru” gibi bir onurlu bir göreve gelmemesi ve getirilmemesi gerekir.

Hükümet (Cumhurbaşkanlık sistemi), “Halet Efendi” devrine rahmet okutan uygulamalara meydan vermektedir. İnci yumurtluyorlarmış gibi kimi insanları devletin tepe noktalarına astronomik maaşlarla yerleştiriyor.

“Memurum işini bilir” söyleminden “bulunmaz Hint kumaşı” değeri verilenlere birden fazla maaş layık görülmeye varılmış; devlet memurunu “vicdan ile cüzdan arasına sıkışma” noktasına getirilmiştir (gerçek enflasyonu gizleyerek sembolik zam verilmekle). Beton ve cami inşaat yatırımları nedeni ile mutsuz ve aç kalan bir kimsenin kiler delmemesi veya vicdanlı kalması olanaklı mıdır?

Dahası; memleketin kalkınması veya insanların aç kalmaması gerçekleşir mi?

“Allah’ın Evi” olarak tanımlanan mabetle (cami) memleketin kimi evlatlarına, devletin kurucusuna ve Allah’ın yarattığına; çıkarcı ve düşmanca bir anlayışla; “lanet” okunur mu?

Böylesi köşe dönücü ekonomik anlayış ve inanç istismarı ile Türkiye’nin “bölünmez bütünlüğü” gerçekleşme olanağı bulur mu?

Amaç; Osmanlı sarayı, saltanatı, ve saltanatçı ulema anlayışıyla “padişahım çok yaşa” demek midir?

Yoksa Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” ve “payidar” olmasını sağlamak mıdır?

*****

Kimi vatandaşlara köşe dönme olanağı sağlayan yönetsel anlayış; işsiz ve aç kaldıkları için çığlık atan vatandaş çoğunluğu suçluyor. Bu anlayış, “siyaset-devlet-mafya” ilişkisini doğurmuştur! Nitekim devleti yöneten anlayış (hükümet), özel af ile serbest bıraktığı bir “organize suç örgütü lideri” kişinin muhalif kişi ve kurumları tehdit etmesini hoş görüyor! Bir diğer “organize suç örgütü” liderinin seri videoları ile hükümeti sarsması; önemsiz gösteriliyor.

Sarsılanın hükümet değil, devlet olduğu dillendirilerek pişkinlik gösteriliyor!

Boşuna atalar, “hırsız evden olursa kapı sürgün tutmaz” dememiş!

Yanlış mı demişler?

19 yılda 10 kez “varlık affı” çıkarmak ile halkın doyması ve iş bulması arasında bir ilgi var mıdır?

19 yılda 193 kez “devlet ihale kanunu” değiştirmek ile devlete güven artmış olmuş mudur?

Organize suç örgütü mensuplarının “karakolda adam dövmesi, kemikler kırması” (8.12.2014) ile devletin güvenlik sağlama göreviyle ilgisi var mıdır?

Ya da zamanın önde gelen gazetelerinden birinin (Hürriyet) basılması (6.9.2015) ile fikir ve vicdan özgürlüğüne katkı mı yapılmıştır?

“Allah insanlara günah işleme özgürlüğü vermiştir. Siz insanların günah (17\25 Aralık) işleme özgürlüğüne müdahale ediyorsunuz” (Metin Külünk) diyen bir anlayışla gerçek müminlik ve vicdanlı davranış sağlanır mı?

Elde kılıç ile sevgi ve barış emreden Allah’ın Evi’nde Muhammedi minbere çıkıp “lanet” dileyen bir diyanet Başkanı anlayışıyla din ve devlet mi yüceliyor? Yoksa Kuvay-ı Milliye mensuplarının katline fetva yayımlayan Dürrizade’den farklı kalmış mı oluyor?

Bununla İslam’ın öngördüğü toplumsal barış sevgi sağlanıyor mu?