İkinci Dünya Savaşını izleyen yirmi beş otuz yıllık süreç; ölümü, yokluğu, acıyı, duraklamayı yaşamış Avrupa ülkelerinin Marshall Yardım Planı ile nefes almaya başladığı dönem. 1945 Potsdam Konferansı sonrası «ABD’nin Boğazlarla ilgili politikası görüşmelerin sonunda değişmiş» olduğundan Türkiye de yararlanıyor.

Öğretmen ve gazeteci çocuğu ve orta okul öğrencisi bir İstanbullu olarak anımsadığım 60’lı yıllar yaşam konforunun olduğu yıllar. İki ayda bir sinemaya, Atatürk Kültür Merkezi’ne gösteriye, Beyoğlu’na dönerli sandviç yemeye, mevsim indirimleri geldiğinde ayakkabı, bayramlık giysi için kumaş almaya çarşıya gidilirdi.

Alım gücü insan nefsini doyurmaya yetiyordu 70’lerde. Emekli öğretmen ikramiyesiyle ev sahibi olurdu. 74-75lerde Soğuk Savaş üniversitelerimizde iki düşman kesim yarattı. Öğrencilerin polisle karşı karşıya geldiği, sağcı solcu diye birbirlerini dövdüğü, vurduğu, ellerde zincirlerle dolaşarak İngiliz, Amerikan, Fransız edebiyatı öğrencilerine saldırdığı yıllardı.

Aklıma şu soru takılıyor: Neden hep öğrenciler siyasi çıkarlara ön ayak edilir?

İkinci Dünya Savaşından sonra 1967 Vietnam savaşıyla dünyanın düzeni dengesi huzuru bir kez daha bozuluyor. Kuzey ve Güney Amerika’da, Avrupa’da, Libya’da, Japonya’daki olaylar 68’de iyice büyüyor. Amerika’da Siyahiler adına yurttaş haklarının savunucusu Martin Luther King’in Nisan 1968’de öldürülüşünü Haziran’da seçim kampanyası sırasında Robert Kennedy’nin katli izliyor. Karşı çıkan gençlerin sayısı giderek artıyor.

Mesela Fransa 1936’dan o güne dek olmuş olan en büyük öğrenci gösterilerine Mayıs 68de tanık oluyor. Savaşı reddederek üniversitelerde toplananları boşaltmak için polis Nanterre ve Sorbonne’u basıyor, cop kullanıyor; tutuklamalar, yaralanmalar, ölümler oluyor. Ayrıca sayıları bir milyona ulaşan işçi grevleri, bin gazetecinin özgür haber için yürüyüşü gerçekleşiyor. Grevcilerin sayısı on milyonu buluyor. Sokaklarda, fabrikalarda J. P. Sartre’ın beklenen kişi olduğu halk meclisleri kuruluyor. 1973 Petrol Şoku öncesinde başlayan benzin kıtlığı, kapanan otomobil fabrikaları, duran metal sanayi ve inşaat sektörüne posta haberleşmesi ve işlemeyen havaalanı ekleniyor. Başbakan Pompidou, işçi sendikaları ve işverenler arasında 27 Mayıs’ta imzalanan uzlaşma bile olayların sürmesine engel olamıyor.

Dört Güneş adlı kitabında, Fransız Akademisi eski üyelerinden etnolog ve siyaset adamı J. Soustelle şöyle diyor: «Kimi özellik ve nitelikleriyle sürmelerine karşın kültürler ve medeniyetler Kültürel Tarihin kopukluk gösteren yüzüdür. İlerleme saptandığı gibi durma da görülür.» Oysa teknoloji, Soustelle’e göre, uzam ve zaman içinde yayılır, asla bütünüyle kaybolmaz. Medeniyetlerce edinilen olumlu kazançlar sürer. Düzensizlikler, gerilemeler, bir yana bırakılmış keşifler olsa da teknik ilerlemede kültürel özellik ayakta kalır, bir medeniyetten ötekine geçer, zaman içinde birikir.

Öte yandan ahlâk anlayışında ve sanatta, ilk medeniyetlerden günümüze böyle olmamıştır, diyor Soustelle. Evet; otomobil atlı arabadan daha hızlı, denizaltı gemisi üç sıra kürekli kadırgadan daha etkili silah, kronometre su saatinden daha doğru zaman ölçüyor. Ama kim çıkar da günümüzün düşünürlerinin Platon’dan üstün, binalarımızın eski medeniyetlerin inşa ettiklerinden daha güzel olduğunu, bizlerin de Perikles zamanında yaşayanlardan daha bilge daha insancı olduğumuzu söyleyebilir, diye soruyor. Mesela Hollandalı ressam Wermeer’in yaşadığı 16. Yüzyıldan Fransız ressam Picasso’nun yaşadığı 20.Yüzyıla dek çeşitli alandaki ilerlemeler beğenilebilir ve matematik olarak ifade edilebilir. Ancak iki ressamın tabloları arasında aynı düzende bir ilişki kurulamaz, diyor.

Mesele şu ki söz konusu buluşlar ve onların uygulamalarıysa; kopukluklara, ara vermelere, gerileme dönemlerine karşın insanlığın çabalarıyla birbirine eklenirler. Ama ahlâk ve estetik söz konusuysa insanlığın yeniden başladığı, yeniden düştüğü, bir daha sıfırdan başladığı görülür. Medeniyetler çarpıcı gelişmelerle tarihin ender anlarında zirvelere ulaşır ama hemen ardından tepe taklak yuvarlanır.

Ekonomik ve siyasi çıkarlar yüzünden ahlâk anlayışı defalarca düşmüş, yeniden oluşmuş, yükselmiş, sonra kaybolmuştur. Kimileri yalnızca yükselişi görmüş şanslılardır kimileri de sıfırlandığını görmüş umutsuzlardır.

Bizler mesela. Ülkemizin de içinde bulunduğu medeniyette ahlâkın ekonomik çıkarlar uğruna yuvarlanışını izliyoruz. Ve gene - ne olup bittiğini tam bilemeden - gençler yapayalnız meydandalar.