Türkiye Devleti, 600 yıllık bir imparatorluğun küllerinden doğdu.

Daha doğrusu; son yüzyılında fiili bağımlı hale gelen, sürekli toprak kayıplarıyla küçülen ve müflis bir “Hasta Adam” devletinin külleri üzerinde kuruldu.

İmparatorluklar döneminin sona erdiği bir dönemde, Osmanlı Devleti de tasfiye sürecine girmişti. 1815 Viyana Kongresi’nde “hasta adam” olarak nitelenmesinden sonra, Birinci Dünya Savaşı ile Düvel-i Muazzama diye tanımlanan galip devletler tarafından 30 Ekim 1918’de teslim alınmış. Kendisine sadece Anadolu’da 9 il bırakılmış. Bunların da Mondros Mütarekesi gereğince, lüzum duyuldukça işgal edilebilecekti.

Dünya “mazlum milletler” için de kurtuluş yolu açan Anadolu Kurtuluş ve Direniş Hareketi; Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde örgütlenen Kuvayı Milliye tarafından zafere ulaştı. Önce Mudanya Mütarekesi ve nihayet Lozan antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti devleti dünyaya ilan edildi.

Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan insanlardan oluşan Türk Halkı; kanı pahasına kazandığı özgürlüğünü; “ne mutlu Türküm diyene” anlayışıyla perçinledi.

Sınırlar bakımından bağımsızlık kazanan Türk Halkı; tam bağımsızlığın gerçekleşmesi için ekonomik bağımsızlık mücadelesi vermek zorundaydı. Orta çağ karanlığı aşılmadan aydınlanma, gelişme ve gerçek kurtuluş olanaksızdı Bu kez de ekonomik zafer gerçekleştirilmeliydi.

Çünkü Balkan, Dünya ve Kurtuluş savaşları sonunda Osmanlı İmparatorluğu sona ererken kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Osmanlı’nın borçları ile yoksulluğunu miras aldı. Üstelik halk; sakat, yetim ve dullardan oluşuyordu.

Sermaye zaten yoktu.

Rahmetli Turgut Özakman’ın tespitiyle gerçek sosyal durum şöyleydi:

. 40 bin köye karşılık sadece 200 ebe vardı.

. Çocuklarda ölüm oranı %60 idi.

. İmparatorluk toplamında sadece 158 orta ve lise okulu; bir tane medrese-ünüversite vardı.

. Liselerdeki kız öğrenci sayısı sadece 230 idi.

. Kadın okur-yazar oranı binde 4, erkek okur-yazar oranı yüzde 7 idi.

. Padişahın kulu olmaktan yurttaşlığa yükselen halkın kadın olanının ne toplumsal yaşamı ne de kişilik hakları ve ne de seçme-seçilme hakları vardı. Zaten zorunlu hallerde dışarı çıkmaları dahi ancak özel giysilerle olanaklıydı!

. Kefen bezi ve şeker ile pencere camı ve buğday bile ithal ediliyordu. Çünkü Anadolu buğdayını büyük şehirlere ulaştırma olanağı yoktu. O nedenle Rusya’dan alınıyordu.

. Ağır sanayi sıfıra yakındı. Cılız baz küçük işletmeler vardı.

. Ekonomi iflas etmişti. Osmanlı’nın sınırlı gelirine zaten 1881’den beri Duyn-u Umumiye sömürge İdaresi el koymuştu.

. Kişi başına milli gelirden düşen pay, sadece 4 liraydı.

. Üç kıtaya yayılmış İmparatorluk sınırları içindeki demiryolu uzunluğu toplamı; sadece 4559 kilometre idi. Tamamı Alman, Fransız ve İngilizlere ait idi. İşletmedili bile Fransızca idi. Demiryollarında çalışma Türklere yasaklıydı. Makinistler Ermeni ve Rum idi. Sadece Sakarya Savaşı sırasında Heyet-i Temsiliye birkaç makinist yerleştirmeyi başarmıştı (Kars’tan Afyon’a ağır topların getirilmesi sağlamıştı).

Cumhuriyet Yönetimi 1923-1933 yılları arasında bir mucize gerçekleştirdi:

. Misak-ı Milli içindeki demiryolu ile İzmir ve Haydarpaşa Limanlarını satın alındı.

. Ankara’dan Ulukışla’ya kadar olan demiryolu; 1927’de Kayseri’ye, 1930’da Sivas’a, 1931’de Malatya’ya, 1933’de Niğde’ye, 1934’de Elazığ’, 1935’e Diyarbakır’a, 1939’da Erzurum’a ulaştırıldı. Ülkenin kuzeyi ile güneyi ve doğusuyla batısı kazma-kürek ile birbirine bağlandı. Demir ağlarla ülke bütünlüğü sağlandı. Demiryolu toplam uzunluğu 3 bin 208 kilometreye uzatıldı.

. “Üç Beyaz” başta olmak üzere, çeşitli fabrikalar kuruldu, üretim sağlandı. Yabancıların deyimiyle “Atatürk tipi kalkınma” olan topyekün kalkınmayı başardı. Türk Mucizesi gerçekleşti. Fabrikalar, köprüler, yollar ile memleket bayındır hale getirilirken eğitim, sanat, spor ve medeni yasalarla sosyo-kültürel gelişme sağlandı.

. 1923-1938 sürecinde kalkınma ortalama hızı%10 ve sanayileşme ortalama hızı %19 oldu.

. Eğitim seferberliğiyle okul ve okullaşma hızı yükseltildi.

. Toplumun ana dinamiği olan kadınların birinci sınıf yurttaş olma konusunda uygar dünyayı geride bırakan yapılanma gerçekleştirildi.

. Sanayi toplumlarından eğitici, usta ve teknik elemanlar getirilirken; eğitim ve sanayi atılımının gelecek kadroları için yurt dışına yoğun şekilde öğrenci gönderildi.

Bütün bu olağan üstü gelişme ve aydınlanma; Lozan’dan yayılan “yeni yöney” sonucudur.

Lozan’dan 97 yıl sonra; insaf ve vicdandan yoksun bir siyasi ve çıkar anlayışıyla Türkiye; çağın gerisine döndürülrmeye çalışılıyor!

Atatürk düşmanlığı ile Türkiye Cumhuriyeti’ni müflis Hasta Adam’ın kaderine itmek isteyen siyasal yapılanma; ne “muasır medeniyet” aydınlığına uyuyor. Ne Muhammedi “tevhid nuru” ile bağdaşıyor. Ne İsa-Musa öğretisine uyuyor. Ne Ahuramazdaveya Mitra ışığına uyuyor.

Bütün bunlara rağmen; halkı Ehrimen veya Hades’in karanlığında tutmak çıkar amaçlı anlayış; Türkiye’nin çağa layık gelişimine takoz ve nankörlük olmaktan başka bir sonuç elde edemeyecektir.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun “kameralara karşı namazın doğru olmaz” uyarısında rağmen; sürekli ezan okunmakta olan Ayasofya’yı siyasi reklam aracı ve kışla ile eğitimden sonra mabetlere de siyaset sokulsa da; Cumhuriyet aydınlığı karanlıklara gidişe geçit vermeyecektir.