Yaşadığımız toplum, çoğunluklu olarak Müslüman’dır. Kendinden olmayan yurttaşları ayırd eden ve iten bir bir bağnaz çoğunluktur.

Oysa İslam Peygamberi, doğup büyüdüğü Mekke’den, çoğunluk olan müşrikler tarafından “hicret” zorunda bırakılmış. Ancak pağan Medine’de yer bulabilmiş; öğretisini anlatma, tanıtma, yayma olanağı bulabilmiştir.

Kendisini Müslüman sayanlar, bu gerçeği asla dile getirmez; dini kendileri gibi düşünmeyenlere kin ve düşmanlık bilerler. “Gavur” sözcüğü, “defol Alevi” söylemleri, bu anlayışın ürünüdür.

Pağan (çok Tanrıl’lı veya putperest) Medine halkı; tek Tanrı’lı dinlere kucak açacak kadar laik davranmıştır. Musevilik kendisini anlatan okullar açmışken, İsevilik taraftar kazanmaya başlamış. İslam Peygamberi de güvenli ve demokrat bir bir ortam bulmuştur. Daha da öteye; “senin dinin sana bizim dinimiz bize” ilkesi içeren Medine Sözleşmesi akdedilmiştir.

Böylece Medineliler, üç ayrı inanca gösterdiği hoş görüyle farklı düşünce ve vicdan özgürlüklerine olan saygısını ortaya koymuş; demokratik toplum anlayışını sergilemiştir. Fakat müsamaha görenler ise, güç buldukları oranda o Medine’yi yok etmeye çalışmıştır!

Tıpkı devletin kuruluşunu sağlayan Türkmen unsurların, kurulan Anadolu Selçuklu ve Osmanlı saltanatları tarafından dışlanmaları gibi…

Hanedanlıklar, kurdukları saltanat idaresi ve ittifak ettiği ağa, reis ve şeyhler ile Tanrı kullarını kendi kulu haline sokmuşlar. Özellikle İslam’ın çocuk, kadın ve köle haklarını sağlamak için adeta bir ayaklanma hareketi özelliğini saptırmış. Bir ailenin mutlak egemenliğini kurmuş. Bunu sağlamak için de –maalesef- dini enstrüman yapmıştır. Düşünce ve vicdan özgürlüğünü; daha pağan Medine’de yaşanmaya başlamış olan demokratik toplumu, doğmadan yok etmiştir. Muhammedi öğretinin birey düşünce özgürlüğünü enemiştir.

İmparatorluğu komedya yazarlarından Puplius Terentius’un “ne kadar insan varsa o kadar düşünce vardır” der. Ama bu gerçek; başkenti İstanbul’a taşıyan İmparator Konstantin’in “İznik Konsili”ni topladıktan sonra; “tek devlet tek din” dayatmasını önlememiştir. Farklı inanç ve düşünceleri yasaklamıştır. Çünkü laik düşünce ve inanç anlayışı, kişinin mutlak egemenliğini ret ediciydi.

Topluma mutlak egemen olan saltanat, “yaratılanı yaratandan dolayı sevmek” konusunda samimi olsa; dini, dili, cinsi, rengi ne olursa olsun insanları “kul” etme yöntemini gütmez. Farklılıkların birlikte barış içinde yaşamaları olanaklarını gerçekleştirir. Toplumsal ve evrensel barışın gerçekleşmesine hizmet eder. Bunu gerçekleşmesi için hakça üretim ve paylaşımın sağlanması; her tülü sömürüye karşı olmak gerekir.

Çağdaş laik bir eğitim öğrenimle yeterince bilgi sahibi olan yurttaşların düşünce ve seçme özgürlüğü oranında halkçı yönetim hayata geçer. Oysa egemenler, dini bağnazlılığı körükleyerek edilgin bir toplum oluşturma çabasını sürdürüyor. Liyakat ve ehil olma özelliklerin gelişmesini önlüyor. İnanç ve etnik ayrıştırmalarla kitleler birbirine ajite ediliyor. Çağın uygarlığının gerisinde kalan tüm toplumlarda olduğu gibi; Türkiye’de de iktidar için bunlar yapılıyor!

Himmete muhtaç hale getirilen halk; demokratik yapılanmaya evrilme yolları tıkatılıyor! Aydınlanma dönüşümleri iğdiş ediliyor. Saltanatın “böl, parçala yönet” anlayışı ihya ediliyor.

Laik ve demokratik düşünemeyenin demokrasi isteme hakkı olur mu?

Demokrasi istemi olan kimse, demokrasiyi ve hukuku iğdiş edenlere saygı duyar mı?

Gün demokrasi talep etme ve engelleri yıkma günüdür.