Fatih Karahan

İnsanoğlunun ölümlülük fikriyle imtihanını, ölümsüzlük ve hayatın anlamı arayışını meşhur Ölüm’le satranç oynamak metaforuyla tasvir eden film, Kariyeri boyunca Tanrı ve din üzerine soracağı sorularla en sert ve öncül mücadelesi. “Sessiz kalan Tanrı” imgesini derinden sorguya çektiği, o zamana kadarki kariyerinin en önemli ve sinema tarihindeki yerini fazlasıyla hak eden eseri. Ancak, varoluşçuluğun beyaz perdedeki yüzü olan Bergman söz konusu olduğundan filmin tarihi önemi, bireysel yönlerinin yanında daha geri planda değerlendirilmeli elbette. Bergman din dogmalarıyla yetiştirilip daha sonrasında dini reddeden bir kimse olarak bu filminde sorularını tüm çıplaklığıyla, törpüleyip yumuşatmaya gerek duymadan soruyor. Her karakter Bergman’ın bir yönünü yansıtıyor ve işin ilginci, Bergman’ın bizzat kendi ruhu ve aklından doğan bu karakterlerin her biri kendilerine has bir aklı başındalıkla Tanrı’yı reddediyorlar. Bireysel yönü bu sebeplerle ağır bassa da kendi filmiyle ilişkisi hayli karmaşık. Gezgin bir papazın oğlu olan Bergman’ın dindar ailesinden kalan Tanrı ve din mirasının son zerrelerini nasıl reddettiği görülüyor aslında filmde. Film içerisinde sorguya açılan konuların büyük bir kısmı Bergman’a ailesinden kalan öğretilere yönelik. Sessiz kalan Tanrı’yı sorgulayabilmek için karakterlerini, Tanrı’nın sözlerinin en katı şekilde uygulandığı lakin buna rağmen yine insanların daha dünyada bile en ağır şekilde cezalandırıldığı 14. yüzyıl Avrupasına, Kara Veba’nın göbeğine bırakır. Bu dönem, yönetmene göre bu dönemde yaşayan bir kimsenin gerçekten de İncil’de bahsi geçen yedinci mühür’ün ( Yedinci Mühür İncil’de Kıyamet’in yedinci alametidir. Filmin ele alış haliyle Yedinci Mühür açılmış ve sonucunda ortaya veba çıkmıştır. Kıyamet artık kapıdadır. ) açıldığını sanacağı bir dönemdir.

Haliyle ölüm ve kıyamet tarafından kapısına dayanılmış insanın Tanrı’yı sorgulaması doğaldır. Bu tercihin sorgulamayı yapan bireyin o çağdan seçilmesi tercihinin arkasında yatan sebep, Tanrı’yı sorgulayan Orta Çağ bireyi ile modern çağ bireyinin şartlarının yarıştırılması değil, şartların objektifleştirilmesidir. Dünyada yaşayan tüm insanların dörtte birinin bir hastalık yüzünden öldüğü o döneme şahitlik eden bir kimsenin Tanrı’yı sorgulaması, çoğunlukla soyut ve bireysel buhranları ile Tanrı’yı sorgulayan modern çağ insanından objektif olarak daha elle tutulur sebeplere dayanmaktadır. Bundan ötürü filmdeki sorgulamanın gerekçeleri, seyirci hangi inanç ve görüşten olursa olsun, Tanrı idesine her ne yakınlıkta olursa olsun haklıdır. Şartların objektifleştirilmesi’nden kasıt budur.

Yedinci Mühür Bergman’ın orta döneminin ilk filmi. Bu dönem yönetmenin çocuksu inançlarının yerini yetişkin şüphelerin aldığı ciddi bir geçiş dönemi. Haliyle, böylesi bir dönemin buhranının filme yansıyışı, filme belki otobiyografik dahi denebilecek bir hava katıyor. Tanrı’ya inancını yitiren Bergman’ın, ilahi adalet ve Tanrı’nın yokluğunun yarattığı boşluktan doğan korkularını bizzat şövalyenin ağzından dillendirdiğini görüyoruz. Ölüm ve yaşam, varoluşsal sorunlar, kıyamet paranoyası gibi, muhtemelen Tanrı’yı reddetme sürecinden geçen herkesin cebelleştiği sorunların filme bu kadar hakim olmasının sebebi bu. Bu sorgulamayı bir Orta Çağ şövalyesinin ağzından yapması da boşuna değil. Dogmatik öğretiler içerisinde modern kaygılar taşıyan ve olmadık sorular soran bir karakter Antonius Block. Dogmatik öğretileri, inanç ve ifade hürriyetinin daha gelişmiş olduğu günümüzden bir hikaye ile alegorik olarak ele almaktansa, modern karakterini doğrudan dogma’nın göbeğine, Orta Çağ’a atmayı tercih ediyor Bergman. Haliyle 1300'lü yıllarda Antonius Block’un kaygıları ve mücadelesi ile 21. yüzyıl insanının kaygıları pek çok noktada kesişiyor. Zaten, Ölüm’ün, Azrail olarak değil, bizzat Ölüm olarak ortaya çıkmasının sebebi de budur. Din mitlerinde Azrail, Tanrı’dan aldığı yetkiyi kullanan, Tanrı’nın emrini yerine getiren dini bir figür iken, Ölüm, dinlerdeki tasavvurlarla bağı olmayan bir gerçeklik. Yine, insan mamülü olan şarap ve ekmek ile yapılan dini ritüelin aksine, Block’un film içerisinde huzurlu olduğu tek anın çilek yiyip süt içtiği an olduğunu düşünürsek; dogmatik dünyadan arındırılmış modern karakter meselesini daha iyi anlayabiliriz. Dinin mücahitlerinden olan bir şövalyenin film boyunca hiçbir dini ibadete yanaşmaması, şarap ve ekmek yerine süt ve çilekte huzur bulması, karşısında dini bir figür olan ölüm meleği yerine Ölüm’ün bizzat kendisini görmesi karakterin “kendi hayalet dünyasında, düşlerinin tutsağı olması” durumunu da daha iyi açıklıyor.

Hem Ölüm hem de Antonius Block, sinemacının, dogmatik çağın göbeğine atarak mücadelelerini ele aldığı, dini dogmalardan bağımsız bir düşünce ve karakter yapısına sahip iki modern karakterdir, dolayısıyla şövalye o dönemde bir hayalet gibi sırıtmaktadır. Kendi inancını sorgulayan yönetmen, kendi kişiliğinden pek çok parça taşıyan karakterini, din merkezli yaşamın en hissedilebilir olduğu çağda imtihan ederek kendi payına düşen sorularla olabilecek en sert şekilde yüzleşiyor. Film ölüm konusuna öylesine ciddiyetle eğilmiştir ki, bu film ile Bergman artık ölüm korkusunu yendiğini ifade eder. Ancak şahsen ölüm korkusunu yenmekten iyi bir anlam çıkartmakta zorlanıyorum ben. Ölmekten, ölümle yüz yüze gelmekten, ölmeden önce yaşamanın anlamını bulamamış olmaktan duyulan korkular bir çeşit “bilinmezlik cazibesini” tetikler insanda. Yaşamı çekilebilir kılan budur. Achilles’in dediği gibi, ne zaman ve nasıl ölüneceğini, ölümün neye benzeyeceğini bilmeden yaşamak ölümsüz tanrıları bile kıskandıracak kadar büyük bir nimettir. Ancak Bergman’ın kendinden eminliği, ölüm korkusunu yendim demesi, bilinmezliğin cazibesinden yoksun bırakmış sanki onu. Ölüm’ün Tanrı’yı içerdiğini düşünen, Ölüm’ü diğer üst boyut varlıklar gibi anlaşılamaz değil de kanlı canlı her an yanımızda portre eden ve artık Ölüm’den korkmayan bir kimse, neden kendi ölümünü 50 sene önceden yazamasın? Yazar kendi yaşamının nihayetini, 50 sene öncesinde bir karakter arkında mı öngördü? Bergman, ömrünün son demlerinde kendi ölümüyle hiç satranç oynadı mı, şövalyenin bulamadığı şeyi hiç aradı mı, aradıysa bulabildi mi?