Fatih Karahan

Aile içi ilişkilerden toplumsal ilişkilere kadının yeri her zaman tartışma konusu olmuştur. İster geleneksel aile yaşamında ister günümüz modern ailesinde büyük ölçüde kadın mutfakta, çocuklara bakmakta ve erkek için “evinin kadını” konumundadır. 1960-70’lerde sol ve feminist hareketin yaygınlaşmasıyla bu anlayış sorgulanmış ve çeşitli feminist aktiviteler gerçekleşmiştir. Sinemada kadın konusunu inceleyen Rüken Öztürk, Feminist literatürün 1960’larda hızla canlandığını söylemektedir. 20.yüzyılda Batı’da ortaya çıkan ve her çeşit renkten görüşleri taşıyan feministler, varoluşçu bir çizgiden sosyalizme, oradan işçi sınıfı mücadelesiyle kadın kurtuluşu mücadelesinin iç içe yürütülmesi gerektiğini savunmaktadırlar Bu mücadele Türkiye’de üretilen filmlerde de kendini göstermişse de birkaç yönetmen dışında bu konunun incelenmediği görülmektedir. Türkiye’de üretilen filmler incelendiğinde bağımsız ve popüler diye nitelendirilen filmlerde konular ve kullanılan sinemasal dilin niteliği açısından erkek egemen bir sinema yapma yaklaşımının yaygınlığı dikkat çeker. Bu dönemde Erkek filmlerine yönelen yönetmenlerin varlığı fazlaysa da kadın konusunu inceleyen yönetmenlerinde varlığı söz konusudur. Bu anlayış, sanatta ve doğal olarak sinemada hayat bulmuştur. Türkiye’de kadın hakları konusunda ilerlemeler sağlanmış ve bu ilerlemeyle kadın sorunu 80’lere doğru sinemada temsil olanağı bulmuştur. Özellikle Atıf Yılmaz’ın bu konudaki çabaları göz ardı edilemeyecek derecededir. Asuman Suner’in de işaret ettiği gibi Türkiye’de kadın filmleri denince akla Atıf yılmaz gelmektedir. “1980’lerde Türk sinemasında “kadın filmleri” adıyla anılan bir alttür ortaya çıktı. Klasik Yeşilcam sineması en eski kuşak yönetmenlerinden Atıf Yılmaz,“kadın filmleri” türüyle en fazla özdeşleştirilen ve bu türde en fazla film üreten isimdi. Yönetmenin bu dönem çektiği ve “kadın filmleri” türü içinde anılan başlıca yapıtları arasında Mine sayılabilir. Bu film anlatımında Atıf Yılmaz’ın yönettiği Mine filminin feminist sinemaya ve kadın filmlerine katkısını incelemeye çalıştım. Filme bağlı kalınarak filmde eleştirel içerik analizi yöntemi kullandım.


Mine yaşadığı evrende kendini yalnız hissetmektedir. İstasyon şefi Cemil’in eşi(Mine), evde tek başına olduğu zamanlar sık sık pencereye çıkmaktadır. Kasabaya her tren geldiğinde yeni bir yüz yeni bir insan arayan Mine, yeni yüzler bulmak amacıyla pencereye çıkar. Mine’nin yalnızlığı, kendisini filmde okunan kitaplarda da göstermektedir. Mine karakteri Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı kitabını okumaktadır. Pencerenin ona kapılar açacağına inanmaktadır ki kurduğu diyaloglarda da bu durum anlaşılmaktadır.Mine’nin sık sık pencereye çıktığı sahneler yönetmen tarafından özellikle vurgulamaktadır. Pencere burada aslında ara bir katmandır. Yani adeta tutsak olduğu ev ile uçup gitmek istediği özgürlüğün kapısıdır. İlerleyen sahnelerden anlıyoruz ki, bu kurtuluşun simgesi az sonra trenden inecek olan Perihan öğretmenin kardeşi İlhan’dır.

Kamusal alanda Mine toplumsal baskılardan bunalmış, bir kurtuluş aramakta ve sık sık ara mekan olarak adlandırılabilecek pencereye çıkmaktadır. Yönetmenin ara mekan olarak pencerenin öylesine, basit bir sahne olarak verilmiş olması pek olağan görülmemelidir. Çünkü bu pencere toplumsal olarak bir eşiği temsil etmektedir. Filmde kadınların kamusal alanda yeteri kadar kendilerini gösteremedikleri hatta birey olarak kabul edilmedikleri Mine, Perihan Öğretmen ve yazar olan abisinin yaptığı konuşmadan da anlaşılmaktadır. Kamusal alana az da olsa giren kadınlara potansiyel olarak kötü gözle bakılmaktadır,Mine’nin bir masada kamusal alanda başka bir erkekle oturup çay içmesi orda oturan kasabalı gençler tarafından hoş karşılanmamaktadır. Öyle ki ilerleyen sahnede Mine’ye telefon açan kasabalı gencin, Barış Manço’nun bir şarkısını telefonla dinlettiği görülmektedir. Parçanın sözlerinin dinletildiği kısımda şu sözler vardır. “azcık da bana ver birazcık da onaver”Mine kamusal alanda bir erkekle görülmüş ve kasabanın gençlerine göre o “ahlak” sınırlarını aşmıştır.

Mine filmin son sahnesinde toplumun baskılarından ve erkek egemen bir yapıdan kurtulmaktadır. Feminist sinemada kadınlar giderek daha fazla kendi başlarına yola çıkmayı ve kendi yaşamlarını kazanmalarını sağlar. Ama kadın kişiliğinde Mine her ne kadar toplumsal anlamda kocası başta olmak üzere diğer erkeklerin baskısına maruz kalmış olsa da,kurtuluşu yine bir erkek tarafından gerçekleşmektedir. Bu durum feminist açıdan incelenirse eleştirilecek bir durum olabilir ama Türkiye’nin o dönem sosyo-ekonomik özelliklerini göz önüne alındığında “Mine” sonu başarılı bir şekilde verilmiş film olarak görülmektedir. Ama filmde çok dikkat çeken noktalardan biri de Mine’nin giymiş olduğu elbiselerde kendini göstermektedir. Film boyunca Mine’nin giydiği tüm elbiselerin rengi beyazdır. Söz konusu rengin özellikle tercih edildiği gözlenmektedir. Yapılan kimi araştırmalarda da beyaz rengin huzur, barış, temizlik ve saflığı temsil ettiği görülmüştür. Beyaz sağlığın, hijyenin,doğruluğun ve dürüstlüğün mesajını verir. Mine’nin saflığı ve temizliği giydiği elbiselere yansıtılmıştır, film boyunca beyaz elbiseler dışında elbise giymediği görülmektedir, beyazın çağrışımları Mine’nin karakterinde yansıtılmak istenmiştir. Masum olmasına rağmen kasabalı onu yanlış anlamaktadır, beyaz renkle bu anlamda verilen mesaj yerinde tam amacına ulaşmaktadır. Filmdeki İlhan karakteri de irdelenmeye müsaittir. Yönetmen İlhan üzerinden toplumun aydın kesimini resmeder. İlhan halktan biri olan Mine’yle yakınlık kurar. Onunla sohbet eder. İlerleyen süreçte onunla sevişir. Ancak onunla evlenmek noktasından güvenilir bir görüntü vermez. Öğretmen Perihan, ağabeyi İlhan’ı bu konuda eleştirir. Esasen bu eleştiri,toplumsal baskılara karşı eyleme geçmeyen, elini taşın altına koymayan bütün aydın kesimine yapılan eleştiriyi simgeler.