Fatih Karahan

Erkeklik hallerinden geçilmeyen ülkemiz sinemasında, beş kadın karakteri odağına alan ama tam içe sinmeyen bir şeylerin olduğu bir film Mustang.

Peki içe sinmeyen nedir?

Herhangi bir filmi gerçekçilik tartışmasına kilitleyerek gerçekliğe yakınlığını ya da sadakatini sınamanın, pek de verimli bir düşünce zemini açmadığı ortada. Dolayısıyla, filmi hakkıyla tartışabilmek için Mustang’in ne kadarı “gerçekçi” bunu bir kenara bırakmak gerekiyor. Zira bu zemin, tartışmaları da yanlış bir yere kilitleme riskine sahip. Yani filmle ilgili bambaşka şeyler konuşabilecekken, “Karadeniz’de bulunmuştum ben, orda böyle bişey olmaz” gibi geçersiz argümanlara boğulabiliyorsunuz. Oysa eleştiriyi filmin kendi anlam dünyası içinden kurmak, yani filmin gerek kendi mekanı, kendi karakterleri, kendi çatışmasına olan bakışını, aldığı tutumu ve bu şekilde söylediği sözü görmeye çalışmak her zaman daha verimli bir zemin sunar. Filmle birlikte düşünmeyi mümkün kılar. Bir çeşit eleştirel haşır neşirlik de denebilir buna. Kendini filmin dünyasına ve onun değerlerine teslim et, bakalım nereye gidiyorsun; ama eleştirelliğini de kaybetme.

Mustang, en genel anlamda kendini bir özgürleşme filmi olarak kuruyor. Daha ilk sahnede, okulun yaz tatiline girmesiyle, karnelerin dağıtılmasıyla, yaz güneşinin pırıldamasıyla gelen bir hafiflik, ferahlık hissi var. Okulun yükü ve ödev zorunlulukları bittiğine göre artık sahilde yürümek, meyve bahçesinden meyve çalmak, aylaklık etmek ve tabi ki denize girip serinlemek, şakalaşmak bu hafiflikte yapılacak muzırlıklar. Kuşkusuz bu hafiflikte, cinsiyet kodları veya toplumsal kurallar da ağırlığını kaybediyor: “kızlı-erkekli” eğlenmek, şakalaşmak, fingirdeşmek de işte böyle başlıyor. Filmin bundan sonrası, bu zincirlerinden boşalan enerjinin baskı altına alınmasını, toplumsal kuralların ve cinsiyet kodlarının bu genç kadınların bedenleri üzerine yeniden ve daha vahşice tesis edilmesini anlatıyor. Evde aile büyükleri tarafından, mahallede komşular tarafından, köy meydanında camlardan izleyen gözler tarafından, daha geniş ölçekte, ülkede de yönetici kesim tarafından dayatılan bu muhafazakar kodlara karşı direnen kızkardeşlerin hikayesini kuruyor film.

Tüm bu kuralların sembolik düzlemdeki karşılıkları da genç kadınların bedenlerini zapturapt altına almak üzere biçilen kıyafetler ve gitgide bir hapishaneye dönen ev oluyor. Kızkardeşler, dayanışma ve oyunlarla, bu baskıları ve dayatmaları kırmanın yollarını arıyor sürekli. Elbiseleri yırtmak, modelini değiştirmek, evden kaçabilmek için gizli yollar keşfetmek, parmaklıkların ardında güneşlenmek, arabada kapalı bırakıldığında seks yapabilmek tüm bu dayatmaları “tersine döndüren” taktikler olarak karşımıza çıkıyor.Tüm bunlar ışığında Mustang’in, kadınların özgürleşmesini savunan ve kadınların toplum içinde gördüğü baskıları gün yüzüne çıkarmaya çalışan feminist bir film olarak kurulduğu iddia edilebilir.Fakat, filmin politik anlamı pek de böyle değil. Yüzeysel bir okumayla, bu kadar yorumla yetinmek mümkün olabilir ancak bu anlam düzeyi bir o kadar da aldatıcı. Zira film muhafazakarlık karşıtlığını, son derece yüzeysel bir taşra-kent, cahil-eğitimli, bağnaz-modern ikiliği üzerine kuruyor.Filmde taşra, eğitimsiz ve bağnaz insanların yaşadığı, hayatı dar eden, gülünç ve mantıksız toplumsal kodların yaşamı cehenneme çevirdiği bir mekan olarak kuruluyor. Bu bakımdan buradaki taşranın, son dönem Türkiye sinemasında erkek karakterlerin çıkmazlarını, yabancılaşmalarını, buhranlarını yaşadıkları o çıkışsız, durağan, hiçbir şeyin olmadığı, klostrofobik mekanlardan pek bir farkı yok.

Mustang’in taşrası da sonuçta özgürleşmek için, yaşamaya başlamak için, bir şeylerin parçası olmak için bir noktada terk edilmesi gereken bir yer. Dik yamaçların yanı başındaki deniz, bir ferahlama hissi vermek yerine, o ferahlığın ne kadar ulaşılamaz, dokunulamaz, temas edilemez, neredeyse yasaklı bir his olduğunu ifade ediyor. Derin bir fay ayırıyor adeta denizi, karadan. Bunun karşısındaysa, kent yani İstanbul kurtuluşun ve özgürleşmenin mekanı olarak yerleştiriliyor. Filmde, sanki uzun bir gecenin ardından, adeta “ortaçağ karanlığı”nı andıran bir ev hapisliğinin ardından, evden kaçmayı başaran Lale ve Nur’un İstanbul’a geldiği ilk sahnede yavaş yavaş gün ağarması, filmin duygusunun, tıpkı ilk sahnedeki gibi bir hafifliğe doğru meylettiğinin ilk işareti.

Son olarak, filmin görsel estetiğinin politik imalarına dair bir notla  bitirelim. Mustang, genç kadınların bedenlerini kamera önünde özgürleştirmeye çalışırken, onları nesneleştirmiyor mu? Kuşkusuz, nesneleşen beden de özgürleşmeye uzanabiliyor bazen sinemada. Burası biraz tartışmalı. Zira filmde bunun aşılmaya çalışıldığını da söylemek mümkün. Tüm kadınların birbirine benzemesi, birbirlerinden ayırt edici unsurlarının pek olmaması, tümünü sanki tek bir karakter gibi okumaya imkan tanıyor. Bedenlerin de bu şekilde kadraja girdiğini görüyoruz zaman zaman. Bedenler bir araya geldiğinde, iç içe geçtiğinde amorf bir canlı doğuyor neredeyse. Bu çoğulluk, elbette fazla yaşayamıyor, yaşamasına izin verilmiyor; öldürülüyor, küçültülüyor. Fakat filmin, kentte gelen sonuyla, yukarıda açıkladığımız anlamlardan ötürü, kadın kahramanlarını özgürleştirmek yerine onları başka bir paradigmaya, modernizmin kentli-batılı bakışına teslim edip etmediği sorusu havada asılı kalıyor…