Cafer Özilhan

Yazmak, "iy(i)leştirir" diye yola çıkıp, gerçeği arayışın sancılı yolculuğunda kaybolmamaya çalışmak. Insanlık tarihi boyunca aranan gerçeğe ulaşmak günümüzde daha da zor. İlk kitabım Topaçlar'ı da Mavi KANATLI KUŞ'u da yazarken gerçeğe ulaşmanın yolunun sanık sandaleyesine oturmaktan geçtiğini anladım. Sanığın da yargıcın da aynı olduğu sancılı arayışı sürdürürken, kırıp dökmemek mümkün mü?

Bu sorunun yanıtı ilk kitabım yayınlandıktan sonra gelen olumlu olumsuz tepkilerde de gizliydi. Aslında gerçeği ararken fincancı katırlarını da ürkütmüşüm.

Mavi Kanatlı Kuş'u yazmaya başlarken "Neden yazıyorsun?" sorusunu kendime yönelttim yeniden. Ve,

M. Kemal Atatürk'ün 1929 yılında "Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini, bildiklerini samimiyetle yazmalıdır” sözlerini anımsadım yeniden. Mustafa Balbay'ın Ergenekon davasında yargılanırken "gazeteci çağın tanığıdır, siz bizi sanık yaptınız" haykırışını duydum yeniden ve Emin Çölaşan’ın "Önce insan, sonra gazeteciyim" sözlerini hiç unutamadığımı duyumsadım.

Çeşitli mesleklerin göreve başlarken yaptığı yeminler olduğunu biliyorum. Gazeteciliğin ise özel bir yemini yok. Gazetecinin yemini vicdanı.. Meclis kürsüsünde yemin ederken tek ayağını kaldıran, elini kalbinin üzerine koyan, besmele çeken, sol yumruğunu havaya kaldıran bazı vekillerin kürsüden indikten sonra o yemini hatırlamadığına sadece gazeteciler değil toplum da tanıklık etmiştir.. O nedenle mesleği görevi ne olursa olsun vicdanıyla cüzdanı arasına sıkışanlardan olmaktansa, vicdanımla hesaplaşmayı tercih edişim ve yaz diyen iç sesimin kaynağı da inancım, inandığım değerler ve ailemin bana bıraktığı "yaşam öğretisiydi" ve çok değerli mirastı.

Gazeteciliğe ilk başladığım günden bugüne, özel yaşamımda, mesleki yaşamımda ve yaşadığım her olayda, "önce insan" sözünü anımsadım bu nedenle. Çağa tanıklık etmek gibi çok iddialı bir söz söylemek "hadsizlik" olacak biliyorum, hele duayenlerin, cesur, korkusuz diye tanımlanan gazetecilerin suni güç ve makyajlı dönemsel albenilerini izleyip okurken. Benim tanıklığım çağa tanıklık değil, vicdanımın sessiz yaziya dökülmüş isyanıdır. Yarım asra yakın tuttuğum günlüklerde, aldığım notlarda ‘yaşanmış’ olana, ‘insani duygularımı’ ekledim öyküleri yazarken. Günlükleri ve notları öyküleştirmeye karar verdiğim anda da, hep ‘insanı insan yapan değerleri’ anımsadım, yaşamımın her döneminde, içinde yaşadıkları toplumu, çalıştıkları iş yerini, siyaset yaptığı parti ya da örgütü tahrip eden, mesleki ve siyasi değerleri, kendi kişisel hırs ve çıkarından sonra anımsayanları tanıdıkça, bataklıkta yok olmamak için kaybettiklerimin kazanım olduğunu yaşadım. Bazı insanların timsah gözyaşları akıtırken "yine kaybetti aptal" sevinç çığlıklarını da sevinerek kazanç haneme yazdım.

İlk kitabim "Topaç'lar"da, kişisel olarak hem kendimle hesaplaşmak, hem de ‘paranın peşinden hızla koştukları için, ahlakın yetişemediği insanları’ anlatmaya çalışmıştım.

MAVİ KANATLI KUŞ ise, esen yele, siyasi ve ekonomik güçe sığınıp kırıp dökmekle yetinmeyip yıkıp yok etmek isteyenlerin, topaçın döndüğü yerde bıraktığı izlerden çıkan yüzleri taşıyor kanatlarında. Çok klasik bir söz vardır "sürçu lisan ettik ise affola" diye. Ne ilk ne de bu kitap için bu değerli sözü kullanmayacağım... Af dilememi bekleyen ya da isteyenler öykülerdeki adsız yüzsüz kahramanlarda kendini neden bulduğunu da biliyor demektir. Bilinenin gerçeğin yazıya dökülmesi de affı şahaneye mazhar olmayı gerektirmiyor.