Ülkemizde kalitesi tartışmalı üniversiteler dahil sayısı, 207’yi aşmıştır. Bunların 5’i yüksek okuL ve 55’i özel olmak üzere 78’i vakıf üniversitesidir. 129 tane de devlet üniversitesi vardır. Toplam öğrenci sayısı yaklaşık olarak 8 milyon, öğretim üye sayısı 168 bindir.

Bilime ve ülke gerçeklerine göre değil; diplomalı işsizler yetiştiren üretimhane durumundalar. Çünkü birer bilim kurumu olarak değil, birer ticari firma olmaları şekli amaçlanmıştır. O nedenle bilimsel özellik ve kapasite göz ardı edilerek yandaşlık özelliğe göre rektör atamakta beis görülmüyor.

Dünyadaki sıralamada bu üniversitelerin esamesi okunmuyor. Altın değerinde sınırlı sayıdaki biri, Boğaziçi Üniversitesi’dir. Son günlerde başına gelenleri ise; ibret ve esefle izleniyor!

Boğaziçi Üniversitesi, Prof, Gülay Doğu Barbarosoğlu rektörlüğü döneminde (2012 yılı) dünyada ilk 276-300’deki sıradan ilk 5’e yükselmişti. Barbarosoğlu, görev döneminin sonunu olan 2014 yılın da yeniden rektörlük için aday oldu. %85 oyla birinci seçildi. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin Eskişehir milletvekilinin kardeşi Prof. Mehmet Özkan’ı rektör olarak atadı; Prof. Barbarosoğlu da mesleği bıraktı.

Prof. Melih Bulu, Prof. Özkan’dan devir teslim aldığında üniversitenin dünyada sıralamasındaki yeri, 601-800 aralığına gerilemiş gözüküyor!

Bu durum; Türkiye’deki beyin göçünün temel nedenin de göstergesidir. Öğrencisine ve üniversitesine bu gözle bakan devlet; ticari firma gibi üniversite açıp mezunlarına sahip çıkmıyor. Amerika’da, Avrupa’da mucizeler yaratan Türk bilim adamlarının kendi ülkesinden neden gittiklerinin sorumluluğunu devleti yönetenler duymuyor!

Demokrasinin sandığıyla iktidara gelenler, üniversitelerden ve demokratik eylemlerden korkuyor. Çünkü kendi iş ve eylemlerinden şüphelidirler.

Günümüz iktidarının darbelere karşı olmak takiyeciliği; Boğaziçi Üniversitesi’ne yönelik yaptırımla bir kez daha ortaya çıktı.

1980 darbesi “Milli Güvenlik Konseyi” üniversiteleri güdülemek için çıkardığı YÖK (Yüksek Öğretim Kurumu) yasasını şevkle uyguluyor.

Septik düşünce ile fikir farklılığının özgürce yaşandığı bilimsel arenayı vesayet altına alan YÖK; iktidar partisinin baskı aracı olmuştur. Çünkü AKP hükümetleri, bu kurumu getiren darbe yönetiminden daha fazla yararlanmaktadır.

Kanıtı; AKP’nin seçim beyannameleri ve bunlarla olan çelişkileridir. Örneğin;

Kasım 2002 seçimi için kamuoyu ile paylaştığı beyannamede şunlar vaad edildi. Özetle; “YÖK, üniversiteler arasında koordinasyon sağlayan, standart belirleyen bir yapıya kavuşturulacak. Üniversiteler idari ve akademik özerkliği olan; öğretim elemanları ve öğrencilerin serbestçe bilimsel faaliyette bulunduğu, araştırma ve öğreti kurumu düzeyine çıkarılacaktır.”

Darbe yönetimini kötüleme söylemlerinden öte beyannameye uygun davranılmadı!

2007 seçim beyannamesinde; “… katılımcı, hesap verebilir, özerk, sorumlu ve şeffaf bir anlayışla üniversiteler bilimsel olarak özgür, idari olarak özerk, finansal olarak mali kaynaklarını üreten yapılara sahip olmalıdır” dendi.

Fakat dönem sonuna varıldığında değişen bir şeyin olmadığı görüldü.

2011 seçim beyannamesinde, ayın kırpılıp yıldız yapılması gibi eskiler tekrarlandı: “Seçimden sonra hazırlanacak yeni Anayasa ile birlikte YÖK’ün yapısı da yeniden düzenlenecektir. Üniversiteler arasında koordinasyon sağlayan, denetleyen ve belli alanlarda akreditasyon sağlayan bir kuruma dönüştürülecektir” deniyordu.

YÖK Başkanlığına getirdikleri FETÖ’cü profesörle vesayeti yeni bir şekle vardırdılar!

2018 seçim beyannamesinde de ebleh sanılan biz insanlara papağanca tekrarda bulunuldu: “Üniversite yönetiminin özerklik ve hesap verebilirlik temelinde yeniden örgütlenmesini sağlayan reformcu bir anlayışla yeni bir Yükseköğretim çerçeve yasası hazırlayacağız. Üniversiteleri öğretim üyesi yetiştirme ve araştırma alt yapılarını dikkate alarak kategorilere ayıracağız. Kategoriler, özerklik düzeyleri bakımından farklılaşacak ve ihtisaslaşmayı sağlayacaktır” denildi.

Ama darbe döneminden daha sıkı bir sistem getirildi. Rektörün o üniversite öğretim üyeleri tarafından seçilenlerden YÖK’ün 3’ünü bildirmesiyle Cumhurbaşkanınca atanması şekli değiştirildi. Herhangi biri profesörün doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanma şekli getirildi.

Boğaziçi Üniversite rektörlüğüne, dışarıdan birinin atanması bu yüzden gerçekleşti.

Ama dünya ilk 5’i içinde yer alacak kadar bilimsel değeri yüksek olan Boğaziçi Üniversitesi; öğrencisi, öğretim üyesi ve çalışanları ile bu uygulamayı sindirmeyip protesto etti. Partizan anlayışlı rektörlerle gerilemenin daha da yükseleceği kaygısıyla…

Rektörlük için okulun öğretim üyelerinden üç profesör başvurmuştur. Ama dikkate alınmayıp dışarıdan biri olan Prof. Melih Bulu’nun –intihalci- resen atanması itirazla karşılandı. İtiraza alışık olmayan Cumhurbaşkanlığı hükümeti; sevk etiği güvenlik güçlerinin acımasız saldırısıyla öğrenciler ezmeye çalışıyor.

Üniversite özerkliğinden söz etmiş olan AKP hükümeti; üniversiteyi kuşattı. Üniversite sınırları içinde Anayasa’nın öngördüğü demokratik itiraz yükselten öğrencileri; “terörist, sapkın, kutsalın düşmanı” olarak yaftaladı.

Güvenlik kuvvetleri; düşmana bile davranılmaması gereken bir şiddet ve kinle; plastik mermi, tekmeler, ters kelepçeler vb ile öğrenciler nezaretlere dolduruldu. Partili Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı tarafından “terörist” olarak nitelenen öğrenciler; ertesi gün adli organca aklandı.

Öğrenciler “paraşütle gelen intihalci rektör istemiyoruz” derken, öğretim üyeleri de her gün sırtını rektörlüğe dönerek protestoyu sürdürüyor.

İtiraz ve protestoların temeli, “intihalci” birinin, dışarıdan “paraşütle” getirilmesidir.

O nedenle atanmış rektör Melih Bulu’nun rektör yardımcılığı önerdiği 14 ayrı öğretim üyesi tarafından kabul edilmedi.

Buna rağmen Bulu, makama yapışmış; “olaylar 6 ay içinde sona erer, istifa etmeyi düşünmüyorum” diyerek öğrenim kurumundaki istikrarsızlığın sürmesini sağlıyor. Bir bilim kurumunun akademisyen yöneticisi olamadığını; durumunu herhangi bir devlet memuru ile kıyaslayarak ortaya koydu.

KRT’nin “Şimdiki Zaman” programında gazeteci Barış Yarkadaş, Bulu’nun kendisine söylediklerini nakletti: “Ben Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi rektörlüğüne atanmış bir bürokratım. Bürokratların atanmasına karşı çıkışlar olabilir. Örneğin benim istifamı isteyen CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nu da atandığı (1974’ler) görevler nedeniyle eleştirenler olmuştu. Benim istifa etmek gibi bir düşüncem olmadığı gibi, hedefim Boğaziçi Üniversitesi’ni ilk 100’ü arasına somaktır” diyor.

Fakat rektörlüğünü yaptığı İstinye Üniversitesinin dünyada 8653. olduğunu unutuyor!

Böylece bir akademisyen gibi değil, sıradan bir devlet memuru veya bir ticari kurumun CEO’su anlayışında olduğunu göstermiş oluyor. Belki de AKP Genel Başkanı bu niteliğini bildiği için; AKP Sarıyer teşkilat kurucusu olmasına rağmen ne belediye başkanı (Ataşehir) ve ne de milletvekili (İstanbul 1. Bölge) olma taleplerini ret etmiştir.

Türk atasözü ise; “istendiği yere erinme, istenmediğin yere görünme” diyor.

Buna rağmen AKP aidiyetiyle partizan-militan anlayış dışına çıkamıyor. Öğrencisinden öğretim üyesi ve çalışanına kadar her kesin “git” dediği halde direniyor. AKP’nin Dolmabahçe ve Kabataş yalanları gibi; “makam odama saldıracaklardı” iftirasında bulunuyor! Provokasyonlara katkı yapıyor.

“Dindar ve kindar” nesilden sonra “robot” nesil yetiştirme misyonlu parti komiseri mi?

AKP hükümeti de zaten demokratik tepkiyi karalama kampanyasını geliştiriyor: “Kabe resmini yere attılar, LBGTİ örgütlemesi yaptılar, rektör odasını işgal edeceklerdi” gibi iftiralarla öğrencileri karalıyor; kamuoyunu provoke ediyor.

Sanki Kabe maketini meydan meydan dolaştırıp tavaflar düzenleyerek sıradanlaştıranlar, mabede siyaseti sokanlar, Kur’an’ı miting kürsülerinde sallayanlar, “Bakara makara” diyeni büyükelçi yapanlar kendileri değilmiş gibi!

LBGTİ konusunda AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan; siyasal mahkumiyeti bitirip AKP’yi kurduğu süreçte, İslam’ın en demokrat siyasetçisi misyonuyla ortaya çıkmıştı. Kanal D’de Abbas Güçlü programında; “eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart…” diyordu. Bu görüşle Cemil İpekçi ve Diva Bülent Ersoy ile görüntüler veriyordu. “Dinler arası diyalog” yatkınlığıyla dünya liderlerinde övgüler alıyordu.

Yakın geçmişte “Bakara makara” diyen birini bile büyükelçi yapacak kadar hoşgörü göstermiş olduğu halde; bugün LBGTİ kulübü nedeniyle protestocu Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerini hedef gösteriyor!

Gidişat, Hitler’in okul ve üniversiteleri faşist otoriteyle disiplin altına alması ve bilimsellikten uzaklaştırması benzerliğinedir.

Bütün bunlar bir korkunun (demokratik tepkilerin yaygınlaşması) sonucu mudur?