83 yıldır üzerine çeşitli teoriler üretilen Dersim İsyanı'na dair çok şey konuşuldu, çok laflar edildi. Bunca konuşmanın tek bir ortak yanı vardı: Kan, gözyaşı ve yaşanılan vahşet.

Bugün Tunceli gezimizin üçüncü günündeyiz. Geceyi geçirdiğimiz Grand Şaraoğlu Otel’de sabah kahvaltısının ardından Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Prof. Dr. Şükrü Aslan, şehrin tamamına hakim olan otelin terasında 1936’da askeri kışla olarak inşa edilen yapının süreç içerisinde memur lojmanları olarak kullanılmasına, ardından kentin yoksul insanlarına ev sahipliği yapmasından müze oluşana kadar olan öyküsünü anlatacaktı.

Birinci Gün: Maltepe’den Mamekiye’ye yolculuk

İkinci Gün: Gözyaşının berraklıkla kucak kucağa aktığı su

Kafilede bulunan arkadaşlarımız Munzur çayının şehrin kıyısından meydan okurcasına akışını izlemekten kendini alamıyordu. Munzur’un o görkemli akışı insanı içine çekiyor başka dünyalara yolculuk etmesine önayak oluyordu…

Sabahın erken saatlerinde güneşin doğuşuyla birlikte şehri sarmalayan yüksek tepelerin üzerine kurulmuş kalekolların gölgesi bir karabasan gibi Dersim'in düzlüğüne doğru çöküyordu…

Tarihin karanlık sayfalarına gömülmüş, toz tabakaları arasında bir dönemin vahşetinin aydınlanmasını bekleyen onca gerçeğin gün yüzüne çıkmasını bekliyordu Dersim halkı. Belki de o zaman, yaşanılan acılar bir nebze de olsa hafifleyecekti. Belki de insanlık yaptığı vahşetten utanıp bir daha da böylesine büyük acılar çekmeyecek, çektirmeyecekti. Kim bilir…

Dedim ya Munzur Çayının o gizemli akışına baktıkça insanı içine içine çekip başka dünyalara götürüyor: İşte beni de "Kara Vagon-38 Dersim Sürgünleri" adlı belgeselde izlediğim o dönem Dersim Harekâtına katılan iki askerin anlattıklarına götürmüştü. İçimdeki bir öfke belirtisi göğsümü yırtacak gibi sızlattı… Sonra gözlerimin buğulandığını hissedince çevirdim yüzümü dağların doruklarına doğru… 

Dersimin dağlarına vadilerine ve Munzur Çayına baktıkça "Kara Vagon-38 Dersim Sürgünleri" ne 2. Tabur 9. Bölük'te katılan 101 yaşındaki Askeri Akyol’un anlattıkları gözlerimin önüne geliyor, kulaklarım kızararak çınlıyordu. Askeri Akyol diyordu ki: “Mağaralara girmekten korkuyorlarmış askerler, ama "girin" talimatı üzerine askerler mağaraları ateşe veriyor.” Dedikten sonra “emir kuluyduk bombaları atmak zorundaydık mağaralara. Sonra gidip baktığımızda öyle çoğu yaşlı benim gibi. Getirip üst üste yığıyordu askerler ve üzerlerine gaz yağı döküp ateşliyorlardı... Öyle canlı canlı..." Yaşadıkları karşısında çukurlaşmış gözlerine acı bir keder çöküyordu Askeri Akyol’un, sonra yutkunarak yine anlatmaya devam ediyordu: "Çok öldürüldüler. Askerlerden de ahaliden de çok insan öldürüldü. Yukarı Kutu deresinde ceset kokusundan durulamıyordu. İnsanları öldürüp atmışlardı. Öylesine felaket görülmemiştir. Askerler Allah'ın merine karşı geliyorlardı ha..." 

Ve yine belgeselde anlatılana göre operasyonlara katılan Haydar Dede adlı diğer asker, tanığı olduğu olayları şöyle sıralıyordu: "Bomba atıp içeri girdiler. Yetmiş üç kişiyi içerden çıkardılar, yedisi erkekmiş. Gerisi kadın ve çocuk. Hepsi ölmüştü.” İşte Munzur Çayının gizemli akışını seyrederken "Kara Vagon-38 Dersim Sürgünleri" adlı belgeselde izlediğim iki askerin anlattıklarını anımsamıştım.

Şükrü Hoca, otelin terasında Tunceli’ye 1935’te olağanüstü yetkilerle donatılmış bir valinin atandığını, bütün yargılamalarda onun üstünde bir makam olmadığını söylüyor. Bu arada valinin vilayet merkezinin neresi olması gerektiği tartışmasını yaptıktan sonra “şu gördüğünüz alanı askeri kışla olarak inşa ediyorlar” diye işaret ederek bize gösteriyordu.

Askeri Kışlanın kurulduğu bu alanın çevresinde 40 – 50 hanelik bir köyün olduğunu ve köyün isminin “Mameke” olduğunu, vilayetin merkezi olarak kararlaştırıldığını ve ilk kamu binası olarak şu anki gördüğümüz Tunceli Müzesini işaret ederken de kışlanın Alman mimarisine göre yapıldığını ifade ediyordu. Ardından “şu arkanızda duran lojmanlar, ağaçların arkasına serpiştirilmiş küçük evler” diye gösterdiği evlerin o dönem Tunceli’de görev yapacak memurlar için yapıldığını anlatıyordu.

Daha sonra 1935-37 tarihleri arasında hükümet konağının yapıldığını, 1942’de şehre cami yapıldığını kaydediyor ardından bölgenin tam anlamıyla şehirleşmesi sosyolog Max Weber Garnizon şehri askeri konseptlere uygun olarak inşa edildiğini belirten anlatımını şöyle sürdürüyordu: “1937 yılında burada 1. Askeri büyük operasyon yapılıyor, askeri operasyona hava kuvvetleri de katılıyor yani uçaklar da katılıyor, bombalama yapıyorlar. Onlardan birinin pilotu da Sabiha Gökçen’dir. Sabiha Gökçen de 1956 yılında TRT’de Halit Kıvanç’a verdiği bir röportajda "Orada bize 'canlı ne gördüyseniz vurun’ diye talimat verilmişti” diyordu. Ardından şunları kaydediyordu: “Bir de İhsan Sabri Çağlayan ismini zikretmek isterim, o da dönemin Malatya Emniyet Müdürü. Seyit Rızaların yargılamalarıyla ve idamıyla görevlendiriliyor. Görevlendirilen iki kişiden biri, diğeri de Şükrü Sökmensüer, Emniyet Genel Müdürü o dönemde. İhsan Sabri neredeyse bütün detayları kendi hatırasında yazmış, kararın şeklen verildiğini hatta dönemin valisinin boş bir kağıda imza attığını, kararın sonra yazıldığını bunun da hafta sonuna denk geldiğini ve hafta sonu olduğu için mahkeme başkanının karar vermek istemediğini, bu yüzden onu izne ayırdıklarını, yerine yeni bir görevlendirme yaptıklarını, yeni görevlendirilen kişinin de yasalara uygun olsun diye gece saat 12 olunca ertesi güne geçildiğini ve gece yarısı karar verdiklerini ve o sabaha doğru da o gece de idamları infaz ettikleri yazıyor. Hatta idamların infazına dair detaylar veriyor. Mesela Seyit sehpaya giderken yardım istemediğini, sehpasının kendisinin tekmelediğini, boş bir meydana bağırdığını, konuştuğunu ve bu çok ünlü bir söz vardır herkes kullanır şimdi onu ‘ayıptır, yazıktır, günahtır’ diye o söz orada, idam sehpasında kullandığı sözdür” diye Seyit Rıza’nın nasıl idam edildiğini de anlatıyordu.

Kafile içerisinden “infaz nerede yapılıyor” sorusuna verdiği yanıt ise şöyle olmuştu Şükrü Aslan'ın: "O Elâzığ’da, Elâzığ’da ve açık havada buğday meydanında. Cumhuriyet idamları açık meydanlarda yapılıyor ibret-i alem olsun diye. Sonradan kapalı mekanlara geçiliyor.” Ardından kışlanın 1950’de valiliğe devredildiğini ve burada şehrin üst düzey memurlarının ikamet ettiğini, daha sonra memurların da yavaş yavaş kışla binasını terk ettiğini boş kalan yerlere daha sonra şehrin en alt gelir gruplarının ve evsizlerinin yerleştiğini belirtikten sonra hep birlikte müzeyi gezmeye gidiyoruz.

Müzeye heyecan içerisinde vardığımızda bütün kafile hayal kırıklığına uğradık. 2015 yılında müze olan kışlada, Tunceli – Dersim tarihine ve kültürüne, yapısına dair pek de önemsenecek bir şeyin olmadığını gördük. Beni asıl sarsan onca acıların yaşandığı 1938'e ilişkin hiçbir materyalin olmayışıydı.

Daha sonra bütün kafile birlikte Ovacık’a doğru Munzur Gözelerine doğru yola çıkıyoruz. Yol boyunca Munzur Çayı da bize eşlik ediyor. Zaman zaman Şükrü Hoca yol kenarında araçları durdurarak bölgeye dair önemli bilgiler veriyor. 

Bir süre sonra binlerce yıldır koruduğu gizemi ve kırk gözeden akan sularıyla karşılıyor bizi Munzur. Gözelerden çağlayarak çıkan sular insana adeta huzur veriyor.

Tunceli kent merkezine 80, Ovacık ilçesine 17 kilometre mesafedeki ziyaret köyünde bulunan ve Munzur çayına hayat veren gözeler, kutsallık kimliğiyle de yöre ve civar il-ilçelerinin yüz yıllardır uğrak yerlerinden biri. Munzur Dağları’nın eteklerindeki kayaların arasından çıkan suları, çevresindeki bitki çeşitliliği ve şelaleleriyle ayrı bir güzellik sunuyor. Gözelerden suların çıktığı kayalıkların oyuklarında mumlar yakıp dilekler tutan insanlarla karşılaşıyoruz.

Elindeki mumu yakarak kayalıkların üzerine koyan bir teyzeye yaklaşarak neden kayalıklara mum yakıp koyduğunu sorduğumda, bir efsaneye göre dağların eteklerindeki bir köyde yaşayan Munzur adında bir çobanın elindeki süt dolu kovadan yere dökülen sütün döküldüğü yerlerden su fışkırmasıyla bu gözelerin oluştuğunu anlatıyor. Çok ilginç bir yaklaşım bana göre… Gördüğüm kadarıyla bölgenin yaşam kaynağı olduğu kadar, direnişe ve katliamlara tanık oluşuyla da bölge halkı için anlam ve önemi yüksek Munzur'un.

Biraz önce Munzur efsanesini anlatan teyzeye tekrardan soruyorum "Munzur sizin için ne anlam ifade ediyor" diye. Aldığım yanıt karşısında başka da bir şey soramıyorum: “Evlat, Munzur babadır, efsanedir, evliyadır, adına adaklar adanır. Dilekler tutulur, çıralar yakılır, kurbanlar kesilir, insana, kurda, kuşa lokmalar dağıtılır, dualar edilir, gözyaşı dökülür. İyiliğe güzelliğe dair kavl-ü karar eylenir…

Ardından kafile yavaş yavaş toplanıp minibüslere binerek tekrardan Tunceli’ye hareket ediyoruz. Tunceli’ye geldiğimizde bir restoranda nam-ı diğer 'Komünist Başkan' Mehmet Fatih Maçoğlu’yla buluşuyoruz. Hoş sohbetin arasında kafilede bulunan arkadaşlardan biri Maçoğlu’na şu soruyu yöneltti: “Türkiye'de komünizme karşı bir önyargı vardır. Buna rağmen Komünist Başkan olarak bu önyargıyı nasıl yıktınız? Herkes sizi nasıl böyle sevdi?"

Maçoğlu kısa ve öz yanıt verdi... “Bu toplum kendisinden olan herkesi seviyor” dedikten sonra kendilerinden önceki kayyumun bıraktığı yüklü borçları öderken zorlandıklarını ifade ederek şöyle devam etti: “Bizden önceki kayyum yönetimi, Karayolları Bölge Müdürlüğü'ne ait anayol kenarlarında var olan elektrik direklerini sökmüş. Bu direklerin yerine buranın iklim şartlarına uygun olmayan elektrik direkleri almışlar. Üstelik ihale yapıp piyasa değerinin çok üstünde de fiyat ödemişler. Böyle harcamalar, örnekler var. Biz ihale yapmak yerine halkımızla dayanışarak belediye öz kaynaklarını etkin kullanarak çalışma yapıyoruz. İleriye dönük güneş enerjisi santrali, geri dönüşüm proje çalışmalarımız var, ancak iktidar bizim birçok projelerimizi geri çeviriyor.”

 

Ardından da Covid-19 ile mücadelede Tunceli halkının ne kadar başarılı olduğunu anlatırken yaklaşık yüzde 75’inin aşılandığını belirterek aşı karşıtlığının Tunceli’de olmadığını, Tunceli halkının bilimi önemsediğini ifade etti.