“Hasta Adam” olarak tanımlanan Osmanlı İmparatorluğu; XX. yüzyılın ilk çeyreğinde teneşire yatırılmıştı. Balkan savaşlarından sonra Birinci Dünya Savaşı ile de musalla taşına taşınmıştır. Ancak Mustafa Kemal kişiliğinde destanlaşan bir direnişle önlenmiş; Çanakkale “geçilmez” kılınarak ömrü uzatılmıştır.

Ancak Azrailleşen emperyal devletler; Mondros Mütarekesi ile “beyaz bayrak” çektirdiği Osmanlı Devleti’ni Sevr anlaşması ile kefenlemeye çalışır. Bu aşamada da Çanakkale Kahramanı Mustafa Kemal önderliğinde ayağa kalkan Kuvayi Milliye direnciyle karşılaştı. Anadolu Kurtuluş Savaşı ile Sevr yırtılıp çöpe atıldı. Lozan’da Osmanlı Devleti’nin küllerinden bir yıldız olarak Türkiye Cumhuriyeti doğdu.

On iki yıl süren savaşların yorgunu Türkiye halkı; yokluk ve yoksunluk içinde Lozan’dan sonraki on yıl içinde bir başka mucize gerçekleştirdi: Ekonomik ve eğitim konusunda büyük bir başarı gösterdi. Kazmanın ucuyla Anadolu’da demiryolu ağı ördü. Osmanlı borçlarını taksitle ödemeyi sürdürdü. “Yurtta barış dünyada barış” anlayışı ile tam bağımsız saygın bir devlet oldu. “Yerli malı üret, yerli malı kullan” tasarruf ve sloganı ile “çağdaş uygarlık düzeyine” kararlılıkla yürüdü.

İşte bu aşamada; doymak bilmeyen emperyal devletler, dünyayı ikinci kez kana boyamaya başladılar. Sandıkla Almanya’nın başına hayalperest Hitler gelmişti. “Cermen ırkı üstünlüğü” şovenliği ile saldırgan bir tutum gösterdi. Birinci Dünya Paylaşım Savaşı sonundaki yenilginin intikamını almaya kalkıştı. 1941’de İkinci Dünya savaşını başlattı. Polonya’daki Almanca konuşan “Südet” bölgesini ilhak etmek isteğiyle savaş tehdidine baladı.

İngiltere Başbakanı Chemberlain; Münih anlaşması sağlayarak; Südet bölgesinin verilmesini sağladı. Ancak bu ödün, Hitler’i caydıracağına daha da cüretkar kıldı!

Bundan beş yıl önce; Mustafa Kemal Atatürk; Hitler tehlikesini görmüştü. Olası gelişmelere, yeni bir savaş tehlikesine dikkat çekmiş; insanlığı uyarmıştı.

***   ***
     

Atatürk’ten sonra Türkiye’yi yöneten kadro; sivili ve askeriyle, Kurtuluş Savaşı döneminin idealistleriydi. Atatürk’ün; “zorunlu olmadıkça her savaş bir cinayettir” sözlerini kulaklarına küpe etmiş kimselerdi. Bunların başında da Batı Cephesi Komutanı ve Lozan diplomatı İsmet Paşa geliyordu. Tarafsızlık politikasıyla savaş dışında kalmaya özen gösteriyordu. 

Adolf Hitler; İngiltere, Fransa, İtalya, Rusya ve Amerika’ya rağmen; Sovyetler Birliği ile Türkiye sınırlarına dayanmıştı. Karadeniz’e ulaşmak, Rusya’yı çevirmek istiyordu. Fakat Türkiye, Montrö Sözleşmesi nedeniyle engel idi.

Engeli aşmak için Türkiye’ye tekliflerde bulundu. Önce Atılay, Yıldıray ve Saldıray adlı denizaltıların Almanya’ya satılmasını teklif etti. Alman askeriyle Karadeniz’e çıkıp Rus limanlarına saldıracak, karaya çıkacak, Ukrayna üzerinden Rusya içlerine ilerleyen Alman güçleriyle birleşecekti.Türkiye, denizaltı satmayı ret etti.

Bunun üzerine Hitler; Fatih Sultan’ın karadan gemi yürütüp İstanbul’u feth etmesini 1941’de taklit etmeye koyuldu. 6 Alman denizaltı gemisini parçaladı. Römorklerle Elbe ırmağı yolıyla Hamburg’dan Dresten’e getirdi. Buradan da dev kamyonlarla İngolsstadt’a taşıdı. Dubalar üzerinden Tuna ırmağı yoluyla ve 11 ayda 2300 kilometre kat ederek Romanya’nın Köstence limanına ulaştırdı.

***   *** 
     

Hitler; 1942 yılında Köstence limanında monte edip denize indirilen 6 denizaltı ile Karadeniz’deki SSCBRus donanmasının 26 gemisini batırdı. 

Neye uğradığını şaşıran Rus donanması; uzun aramalardan sonra 1944’te sıkıştırdığı Alman denizaltılarının 3’ünü batırdı. Diğerleri ise, Karadeniz’de sığınacak liman bulamaz oldular.

Bunun üzerine Alman Genel Kurmay Başkanlığı; yeniden Türkiye’ye teklif getirdi: “Mürettebatı bize yollayın, karşılığında 3 denizaltı sizin olsun” dedi.

Türkiye yine ret etti. Tarafsız olmaktan ödün vermedi.

(O Türkiye’den ABD’nin parasını aldığı halde vermediği F35 uçağına ve Azak denizinde yüklü ticaret gemisi bekletilen Türkiye’ye gelindi!) 

Almanya, sonunda denizaltı komutanlarına bir nevi “intihar” emri yolladı: “Türk kıyılarına gizlice yaklaşın. Mürettebatı karaya çıkardıktan sonra gemileri batırın. Mürettebat da Yunanistan’a geçmeyi başarsın” talimatı verdi.

Mürettebat, 9 Eylül 1944 gecesi lastik botlarla karaya çıktı. U19 denizaltısı, Zonguldak’ın Filyos kıyısında batırıldı. U20 denizaltısı, Sakarya’nın Karasu kıyısında batırıldı. U23 ise, Şile’nin Ağva kıyılarında batırıldı.

Türk güvenlik güçleri, iki gün sonra karaya çıkmış olan 81 Alman denizaltı askerini yakaladı;Beyşehir’e götürülerek misafir edildiler. 8 ay sonra da Isparta’da 1.5 ay misafir edildiler. İkinci dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra; Eylül 1946 tarihinde evlerine gönderildiler. 

İngiliz, Fransız, İtalyan birleşik donanması 1915 yılında Türklerin “çelik göğsü” Çanakkale’yi geçememişti. 1941’lerde de Hitler, Türkiye’nin Montrö Sözleşmesini geçememişti.

***   ***
     

“İbret alınsaydı tarih, hiç tekerrür eder miydi” denir. 

Maceracı Hitler’in Rusya’ya saldırısı; Rusya toprağı olan Ukrayna coğrafyasında hüsrana uğramıştı. 

1978’de Almanya’da KGB ajanı, 1989’larda FSB başkanı ve şimdilerde de Rusya devlet başkanı olan Viladimir Putin; o Ukrayna’ya saldırıyor.

Hitler hayalcliği mi, yoksa Rus gerçekçiliği midir?

Ya da Soğuk Savaş dönemini özverili olarak sona erdiren Rusya’nın; gerilim politikasını sürdürmek ve dünyanın tek egemeni olmak derdinde olan Amerikan kişiliğindeki Nato dayatması zorunluğundan mıdır?

Göreceğiz.

Yazık ki olan, Ukraynalı masumlara oluyor. Emperyal doymazlığın kurbanı yine barış oluyor!

Bir televizyon dizisi ve Soroz ile İgor Kolomsky kurguları sonucu olarak Ukrayna’nın başına getirilen 1978 doğumlu Zelenski’nin yurtseverlik ile maşalık arası kişiliğini de tarih mihengi tartacaktır.

***   ***
     

HALA MONTRÖ’YÜ KAVRAYAMAYANLAR VAR
1936 yılında Türk Boğazları, dünyadaki “suyolları” statükosu içinde özel bir statüye kavuşturuldu. Uluslararası Komisyon yönetimi yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin mutlak egemenliği sağlandı.

Cenevre’nin Montrö kentinde toplanan devlet temsilcilerinin gerçekleştirdiği bu anlaşma; Montrö sözleşmesi olarak ifade ediliyor.

Bu sözleşmenin ne denli hayati öneme sahip olduğu; İkinci dünya savaşı sürecinde ortaya çıkmıştı.

2022 yılında ise; Karadeniz’e serbest çıkma ihtirası içindeki Amerika’yı tatmin edecek “İstanbul Kanalı” rantiyecileri, Ukrayna kriziyle kavrıyor.

Çünkü Türkiye’de kimi siyasiler ile yandaşı kimi kalemler; dünyadaki akıllıların sadece kendileri olduğunu sanmaktadır.

Nitekim birileri, “İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiği gibi, Montrö Sözleşmesi’nden de çekilmelidir” diyor. Birisi; “Lozan antlaşması 2023’de sona erecektir” diyor. 

Bir diğeri de “Atatürk ve İnönü’nün Milli Eğitimi ABD’ye teslim ettiği anlaşma 2023 yılında doluyor” diyor.

Atatürk ve Cumhuriyet’e duydukları onulmaz düşmanlıkla saptırmalar sürdürülüyor!

Hangisini düzeltmeli?     

Türkiye'nin kurtarıcısı ve kurucusu olan kişiliklere yöneltilen kinle saldıranlar; her türlü yalan ve iftirayı mübah görüyor!

Bir kere Amerika’ya öyle bir şey verilmemiştir. Öyle bir anlaşma da yoktur.

Türkiye’nin Milli Eğitim’i; Atatürk ve İnönü tarafından “tevhidi tedrisat” olarak millileştirilmiştir. Osmanlı döneminde türlü türlü olan eğitim sistemleri giderilip tek bir statüye kavuşturulmuş. Adına da “milli eğitim” denmiştir.

Tam bağımsızlık ve barışçı bir anlayışla çağdaşlaşma atılımı yapan Türiye’nin yolu; Soğuk Savaş sürecinde Amerika tarafından kesilmeye başlandı. İkinci dünya savaşı sonrasında Stalin’in yönelttiği tehdit karşısında Türkiye; eksen kayması yaşadı. Tarafsızlık ilkesinden ödün vermek zorunluğu duydu. NATO Paktı içine sürüklendi. 

O yüzden –belki de erken olarak- 1946 yılında çok partili rejime geçti. Dünya jandarmalığını üstlenen ABD; Truman doktrini gereği Marshall Yardımı ile Türkiye’ye de geldi. Sözde Stalin karşısında Türkiye’ye yandaş olmaya çalışır göründü. Türkiye’yi açık Pazar ve Sovyetler karşısında ileri karakol yapmak için; öncelikle Milli Eğitim politikasını etkilemeye başladı. Demokrat Parti iktidarı ile de Türkiye’yi “küçük Amerika” özentisi içine sokmayı başardı.

1950’den itibaren Türkiye; adım adım ABD’nin güdümüne girdi.       

Bugün de sonuçlarını yaşıyor.

***   ***

Türk Milli Eğitimi; “Tevhid-i Tedrisat” anlayışıyla ayağa kalkmıştır. Eğitim seferberliği ve Latin Harfler ile aydınlanma atılımı gerçekleştirmiş. Çeşitli devletlerin, mezhep veya tarikatların kendilerine göre eğitim sürdürme yolunu kapatmış. Özellikle kırsalda okullaşmayı sağlamış. On yıl gibi kısa bir süreçte erkelerin okuma-yazma oranını yüzde altmışlara, kızlarda yüzde otuzlara ulaştırmış. Yurttaşlık ve yurtseverlik bilincini yükseltmiştir.
     

“Tam bağımsız” ve “yurtta barış, dünyada barış”  inançlı olmak ülküsü gerçekleşmiştir.
     

Postmodern emperyalist, ulusları güdülemenin eğitimlerini etkilemekle gerçekleşeceği stratejisiyle hareket etmiş ve ediyor. Nitekim 1949 yılından beri Amerika; Türkiye milli eğitimini dönüştürmeye çalışıyor. Bunu sağlamak için de o günden beri Türkiye’ye dine dayalı rejim önermektedir. Demokrat Parti yönetimiyle gerçekleştiremediğini; “dinler arası dialog” ve “ılımlı İslam” projeleri uygulatarak sonuç almaya çalışmaktadır.
Soroz’un “açık toplum enstitüsü” ve “tink-tang” dediği ABD sivil toplum örgütleri aracılığıyla “biat kültürü” gerçekleştirerek güdümlemeyi amaç edinmiştir. Biat, ancak eğreti bir eğitimle yaratılan cehaletle olanaklı olacaktır.
     

Bunun için Amerika, hedef aldığı ülkenin aydın ve sermaye sahipleri ile birliktelik yaratıyor. Türkiye’de 12 Eylül darbecileriyle yaptığı işbirliğini; örneğin Ukrayna’da da “oligark” İgor Komsky gibi, “1+1 televizyo” sahipleri gibi karanlık odaklarla gerçekleştiriyor. İyi niyetinde kuşku edilemeyen kimseleri bile; kendi amaçlarının militanı haline getirebiliyor.
     

BOP ve Arap Baharı ile yapılan; “Yeşil Kuşak” stratejisinin son uygulama şekilleridir. 

***   ***

Türkiye Milli Eğitim politikasının temeli; yurtseverliktir. Bunun özgün kanıtı; Köy enstitüleri kurumu olmuştur. 
       

Köy Enstitüleri; Türkiye gerçek gereksinimine yanıt veren eğitim kurumlarıydı. Yoğunlukla köy ve-kırsaldaki çocukların bu okullara yönelmesi sağlanmıştır. Burada hem klasik öğretim ve hem de mezuniyet sonrası gidilecek yerlerdeki insan ve toprakla bağdaştırma eğitimi yapılmıştır. Nitekim bu okul çıkışlı öğretmenler, kentlilerin tenezzül etmediği köylerdeki okullara gitmiş. Ziraat ve hayvancılıktan ahşap ve demir zanaatkarlığına, müzikten resim sanatlarına kadar; okulda öğrendiklerini köylülerle paylaşmışlar. Yani hem çocukların, hem yetişkinlerin eğitimi sağlanmıştır.
     

Gazi Mustafa Kemal Atatürk; silahlı savunma savaşıyla özgürlük kazandırdığı toprakları; eğitimle aydınlanma; yerli üretimle ekonomik kalkınma sağlamadan gerçek bağımsızlığın olmayacağı anlayışıyla hareket etmiştir.
     

Türk Tarih Kurumu, Türk dil Kurumu, Köy enstitüleri, İmam Hatip okulları gibi eğitim kurumlarını; KİT diye genellediğimiz üretim ve istihdam kurumlarını bu anlayışla kurmuştur.  Tanzimat ve özellikle 1913’lerdeki tartışmaları sona erdirmiş. Ne İttihatçıların Maarif Nezareti’ne müşavir ettiği Alman Dr. Franz Schmidt (1915-1918) modelini; ne Tanzimatçıların Fransız modelini, ne de batıda görev yapan diplomat ve bürokratların önerdiği Dewey modelini benimsemiştir. 
     

Türkiye Milli eğitim modeli; Türkiye gerçeği modelidir. 
     

Ne var ki toplumu aydınlatan eğitim ordusu kalitesizleştirilerek ve eğitim orta çağ anlayışına dönüştürülerek “milli” olmaktan uzaklaştırılıyor!

***   ***

Batıda görev yapan diplomat ve bürokratlar, eğitim ile ilgili çeşitli önerilerde bulunmuş. Bunlar, o ülkelerin gelişkinlikleri göz önüne alınarak yapılan önerilerdir. Tanzimatçılar ile Jön Türkler gibi samimi, ama Türkiye gerçeklerinden uzak olmuştur.

Bunlardan biri de Amerikalı Dewey’in modelidir. Aslında J. Dewey; ABD’nin eğitim ekolü temsilcisi değildir. Ancak ABD eyaletlerinden biri için önemsenmiş olabilir. Fakat Atatürk tarafından yüzyılımız eğitimcileri içinde önemli bulunmuş. 1924 yılından davet edilmiş. Fikirlerinden esinlenmeye çalışmıştır.

Nitekim iki ay Türkiye’de kalan John Dewey; Ankara, Bursa ve İzmir’de incelemeler yapar. 26 Ağustos 1924’te Tanin Gazetesi’ne bir röportaj verir: “Çocukların yalnız hafızalarına yüklenmemeli. El işlerine önem verilmeli. Köy hayatı ile irtibat kılınmalı…” der.   

Köy Enstitüleri de tam da böylesi bir amaç gütmüştür. Mezun olan öğrenci, köye öğretmen olarak dönmüş. Verimli tarım ve ziraatın, hayvancılığın, ormancılığın yapılması konusunda da eğiticilik yapmıştır. Öküz gücü ve sabanla yapılan tarımın teknik araçlarla yapılmasını öğretmiştir. Bu yüzdendir ki Dewey; 1945 yılında Türkiye’yi ziyaret ettiğinde; “düşlediğim okullar, Köy enstitüleri olarak Türkiye’de kurulmuş. Dünyanın bu okulları görmesi, yeniden yapılandırmaya gitmesi isabetli olacaktır” diyecektir.

Yazık ki Türkiye bu okulları kapamayı yeğleyecekti!

Köy enstitülerine yöneltilen husumet ve siyasi düşmanlık; Türkiye eğitimi ile tarımına yapılan en büyük ihanet olarak artık görülüyor. 

Ay bacayı geçtikten sonra!...