Özgür Özel’in “AKP’nin yargı kolları” diye tanımladığı bazı yargı birimleri aldıkları birbirinden hukuk ve akıl dışı kararlarla CHP’yi sıkıştırmaya, aktif muhalefet yapamaz hale getirmeye devam ediyor.
Çeşitli kutlama ve etkinliklerdeki konser harcamalarında usulsüzlükler bahanesiyle Ankara Büyük Şehir Belediyesine dönük 23 Eylül’de bir soruşturma başlatıldı. Bu operasyon, İmamoğlu’ndan sonraki en güçlü Cumhurbaşkanı olası adayı Mansur Yavaş’ın da kuşatılmaya başlandığı düşündürdü.
24 Eylül'de ise CHP İstanbul olağanüstü İl kongresi yine mahkeme kararıyla engellenmeye çalışıldı. Bu girişim neyse ki acil toplanan YSK kararıyla savuşturuldu. Aslına bakarsanız YSK iktidarı rahatsız edecek bir karara imza atmak istemezdi ancak aksi bir karar kurumun kendi varlığını inkâr anlamına geleceğinden CHP İstanbul il kongresinin devamına onay vermek zorunda kaldığını düşünebiliriz.
Son olarak, Özgür Çelik bir kez daha CHP İstanbul İl başkanı seçilince 26 Eylül’de CHP yönetimi İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesine başvurarak kayyumun görevine son verilmesini talep etti. Ancak Mahkeme yine akıl almaz bir kararla başvuruyu reddetti, Gürsel Tekin’in görevine devam kararı verdi.
Peki AKP bu hukuk tanımaz yargı operasyonlarına ilk ne zaman başlamıştı? Yani; kendisi için ciddi risk olarak gördüğü muhaliflerini kontrolündeki yargı ile bertaraf etme yoluna ne zaman ve nasıl girdiler? Bu sorunun yanıtı için Erdoğan’ın demokrasi anlayışını ortaya koyan yakın siyasal geçmişi kısaca hatırlamakta yarar var.
Kendisi İçin Risk Oluşturmadıkça Erdoğan Muhalefete Karşı Değil!
Erdoğan aslında muhalefetin varlığına karşı değil! Daha da ötesi sandık demokrasisinin işliyormuş gibi görünmesi ve liderliğinin meşruiyeti için, muhalif partilerin varlığına ihtiyaç da duyuyor. Ancak; kendi mutlak iktidarına karşı risk gördüğü, Türk siyasal tabanında karşılığı olan etkili muhalif liderlere asla tahammül edemiyor. Onları ya kendi safına çekiyor ya da marjinalize ederek derhal meşru siyasal zemin dışına itiyor,
Erdoğan kendi belirlediği “meşru siyasi alanda” siyaset yapan ve iktidarına ciddi risk oluşturmayan muhalif partilere ve liderlere belirli ölçülerde siyaset yapma hakkı tanıyor! Ancak sağ ve merkez sağda siyaset yaparak kendisiyle aynı siyasal tabana hitap eden, onun seçmen tabanından kayda değer oy alma potansiyeli olan liderlere de çok tahammül edemiyor. İktidarına risk oluşturabilecek bu etkili siyasileri ya doğrudan partisine alıyor, ya da riski bertaraf etmek için onları ittifakına eklemleme yoluna gidiyor.
Doğrudan partisine kattığı sağ siyasilerden Süleyman Soylu, Numan Kurtulmuş, Tuğrul Türkeş gibi isimler ilk akla gelenler oluyor. Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP, Mustafa Destici liderliğindeki BBP, Fatih Erbakan liderliğindeki YRP, Zekeriya Yapıcıoğlu liderliğindeki HÜDA-PAR ve Sinan Ogan ise ittifakına kattığı diğer siyasi liderler ve partiler. Partisine veya ittifakına katmasa bile dışarıdan bir şekilde desteğini aldığı Tansu Çiller ve Mehmet Ağar gibi isimler ise eski sağ siyasilerden ilk akla gelenler oluyor.
Otokratik İktidarlar Riskli Muhaliflerini ”Gayrimeşru” İlan Ediyor
Erdoğan’ın iktidarı için ciddi risk gördüğü etkili muhalif liderlere asla tahammül edemediğini yukarıda tespit ettik. Bunun ilk bariz örneğini ilk olarak on sene önce yaşadık. AKP İktidarı 2015 seçimlerinde tek başına hükümeti kurma imkânını kaybedince Türkiye’de çok partili siyasete müdahale niteliğindeki despotizmin ilk işaretleri görülmeye başlamıştı.
Selahattin Demirtaş partisi HDP’yi daha makul ve demokratik bir çizgiye çekerek 7 Haziran 2015’ seçimlerinde yüzde 13 civarında oy alarak AKP’nin tek başına iktidarını engelledi. Bu duruma çok kızan Erdoğan o tarihten sonra HDP ve devamı niteliğindeki partileri kriminalize ederek meşru siyasal sistemin dışına itme ve marjinalleştirilme yoluna gitti.
Selahattin Demirtaş ve yanındaki bazı siyasiler o gün bu gündür cezaevlerinden çıkamadılar. Türkiyelileşme siyasetini temsil eden Kürt tabanlı siyasal partiler ve liderleri yargı operasyonları ile tasfiye edilirken, iktidarla uyum içinde çalışma vadeden Abdullah Öcalan baş aktör olarak benimsendi. Önceleri “İmralı canisi, bebek katili” diye anılan bölücü örgüt liderinden ve kardeşinden seçimler öncelerinde, Kürt oylarının iktidara yönelmesi için destek mesajları almaktan kaçınmadılar.
Gayrimeşru İlan Edilme Sırası CHP’de!
Daha önce terörle mücadele bahanesiyle HDP sistem dışına itilirken, “terörsüz Türkiye” süreci sonrasında marjinalize ve kriminalize edilme sırası (belediyelerde yolsuzluklar bahanesiyle) CHP’ye geldi. Bugün Kürt siyasal tabanlı DEM parti “makul ve meşru” çerçeveye alınırken Türkiye’nin birinci partisi CHP düşmanlaştırılmaya başlandı.
Yıllardır önemli belediyeleri yöneten CHP düne kadar yolsuzluklara bulaşmamışken, (İmamoğlu Cumhurbaşkanı adayı ilan edilir edilmez) nasıl oluyorsa Parti birden bütün kötülüklerin kaynağı oluveriyor.
CHP’de yoğun yolsuzluklar ve parti içi çok keskin ayrışmalar olduğu, Ekrem İmamoğlu’nun bir suç örgütü lideri olduğu izlenimleri yaratılarak parti meşru siyasal sistem dışına itilmeye çalışılıyor. Bu süreç sonunda artık iktidar alternatifi olamayacak, bölünmüş ve zayıf bir CHP yaratmak amaçlanıyor.
CHP’yi Seçmen Nezdinde Gözden Düşürme Operasyonları
Bu siyasi operasyonlara güçlü direnç gösteren Özgür Özel liderliğindeki CHP’yi bölmek ve etkisizleştirmek de ana hedeflerindendi. Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel’in yerlerine Kemal Kılıçdaroğlu, Gürsel Tekin gibi (iktidarın varlığına risk oluşturmayan) muhalifler “makul siyasetçiler” olarak öne çıkartılmaya çalışıldı.
Tüm medya kanallarında ana tartışma konusu son aylarda CHP içi ayrışmalar ve belediyelerdeki yolsuzluk iddiaları oluverdi. Bunları yaparken de partide konumlarını kaybetmiş eski CHP elitlerini kullandılar. Seçmen tabanında “bunlar kendi içlerinde kavgalıyken ülkeyi nasıl yönetecekler “ duygusu uyandırmaya çalıştılar.
Tüm bunları yaparak CHP tabanını partilerinden soğutmaya, ülkede seçimlerin kaderini belirleyen tarafsızları ise CHP’ye oy verme ihtimalinden iyice uzaklaştırmaya çapa sarf ediyorlar.
Hukuku Katleden Yargı Kararları Sıkışmışlıklarının Göstergesidir
İktidarın üzerine yaslandığı popülist siyaset kavram zeminine göre mutlak iyiler ve mutlak kötüler var. İç-dış tehditler zaman ve konjonktüre göre değişse de, otokratik iktidarlar dayandıkları siyasal tabanın önüne konulacak ortak düşmana her daim ihtiyaç duyuyorlar. Kendi varlığına risk gördüğü siyasi liderleri ve yapıları düşmanlaştırıp kriminalize ediyorlar ve meşru siyaset zemini dışına itiyorlar.
İktidar ve onun güdümündekiler bu yaptıklarının hukukla uzaktan yakından alakalı olmadığını tabi ki biliyorlar, ancak vicdanları kanatan bu operasyonları yapmaktan vazgeçemiyorlar. Çünkü “hukuk işliyor” kisvesi altında sürdürdükleri bu savaşta yavaşlar, durur ve/veya geri adım atarlarsa; yargı operasyonlarına başladıkları durumundan daha geriye düşeceklerini düşünüyorlar. İşte sırf bu yüzden CHP’ye karşı başlattıklar topyekun imha operasyonundan geri vites yapma şanslarının olmadığını düşünüyorlar.
Ülkede bugün ortalama seviyede demokratik koşullar bulunmadığından olağandışı ve siyaseten öngörülemez bir durum yaşıyoruz. Sandıkların son kurulduğu Mart 2024 yerel seçimleri öncesine nazaran siyaset bugün çok daha geri demokratik koşullarda yürütülüyor. Buradan en az zararla çıkabilmek için hem mevcut CHP yönetimine hem de topluma çok önemli sorumluluklar düşüyor.
Despotizme Karşı Mücadelede Neler Yapılmalı?
Öncelikle, iktidarın meşruiyetini tanımayarak onu her alanda yormak ve sıkıştırmak gerekiyor. Karşımızda artık meşru bir siyasal iktidarın bulunmadığı bilinmelidir. Tümüyle eşitsiz ve şaibeli seçimlerle gelmiş mevcut iktidarın Anayasaya ve hukuk tanımayan bir rejim kurduğu gerçeğinin topluma anlatılması gerekiyor.
Yarınlara dönük bir direnç ortaya konulurken ahlaki üstünlük ve demokratik meşruiyet çerçevesinde sürdürülen sıkı mücadeleden geri adım atılmamalıdır. Demokrasisizleştirme ve cumhuriyetsizleştirme sürecine karşı verilen savaşımda (kadrocu anlayıştan ziyade) kitlelerin olabildiğince daha etkin hale getirilmesi sağlanmalıdır.
Bugün geldiğimiz zeminde siyaset, ikilikler ve kutuplar üzerinden okunuyor. İktidarın kimlikler üzerinden oluşturduğu bu kutuplaşma; buradan alınıp değerler üzerinden kıyaslama ve tartışma alanına taşınmalıdır.
Muhalefet bu kutuplaşma ve ayrışmayı topluma anlatırken, dayatılan ayrımcılıkların tüm toplumsal kesimlere nasıl zararlar verdiğini anlaşılır şekilde ortaya koymalıdır. Yaşatılan haksızlıkların ve eşitsizliklerin sonuçlarını tüm toplumun çektiği gerçekliği örneklerle anlatılmalıdır.
Bu kutuplaştırmalar sonucunda; demokrasi yerine otoriterlik, zenginlik yerine sefalet, liyakat yerine mülakat, huzur yerine gerilim vb. ayrımcılıkların yaşandığı gerçeği topluma çok iyi anlatılmalı, herkesin yaşadığı ayrımlar gözler önüne serilmelidir. Bu düzen değişmezse kimlerin bundan kazançlı kimlerin zararlı çıkacağını toplumun tüm kesimlerinin çok iyi anlaması ve kavraması gerekiyor.