Müslümanlar olarak en çok okuduğumuz Kur’an bölümlerinden biri de İçtenlik Bölümü başka bir deyişle İhlas Suresi’dir. Peki, İçtenlik Bölümü gerçekte neyi anlatıyor? Ya da biz nasıl anlamalı ve yorumlamalıyız?

Şimdi İçtenlik Bölümü’nün sözlerini İçkinTanrı düşüncesi çerçevesinde tek tek açıklayıp kısaca yorumlayalım.

De ki; “O Allah birdir.”

Allah’ın birliğinden maksat Allah ile varlıklar âleminin birliği, Allah’tan başka mutlak varlığın bulunmadığıdır. Bu aslında mutlak tevhid halidir. Varlıklar âleminde Allah’tan başka bir varlık tasavvur etmek yani ikiliği düşünmek, İslam’ın devrimci Allah inancına zıttır. Böylesi bir inanç, şirk olarak nitelenmeyi hak etmektedir.

“Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.”

Özgün metinde geçen sözcük “samed” sözcüğüdür. Samed, hiçbir şeye muhtaç olmayan ama her şeyin kendisine muhtaç olduğu varlık demektir. Aslında hiçbir şeye muhtaç olmamak gibi mutlak ihtiyaçsızlık hali kaçınılmaz olarak başka varlıkların kendisine muhtaç olması anlamını içermektedir. Dolayısıyla ayrıca bunu bir kez daha belirtmeye gerek bulunmamaktadır. Allah varlıklar âleminin ta kendisidir. Varlık, ezeli ve ebedidir. (Varlığın ezeli oluşu pek çok İslam düşünürünün ortak fikridir. Bu noktada öne çıkan en önemli İslam düşünürlerinden biri de İbni Rüşd’dür. İbni Rüşd’ün bu konudaki görüşleri Allah – âlem ikilemini ortadan kaldırmış ve ezeliliği bu çerçevede varlığa da izafe etmiştir. Aynı şekilde İbni Rüşd ruh – beden ikilemini de ortadan kaldırmıştır. O ruh ve bedeni tek bir cehver olarak düşünmüştür. Âlemde ikilik olmadığı gibi âdemde de yani insanda da ikilik yoktur. Aslında bu yorumlar gerçek tevhid inancının yansımasıdır. Bu bağlamda Allah ile varlığı da tevhidî anlayışla birleştirmek, İçkin Allah inancının Allah ve âlem tasavvurunu ortaya koymaktadır.)

Ayetin yorumuna devam edelim.

Varlık, var olmak için ve varlığını sürdürmek için kendisi dışında herhangi bir şeye gereksinim duymaz. Varlığı, Allah’ın ezeliliğinden ve bakiliğinden ayrı değerlendirmek mümkün değildir. Allah ve varlık bir bütün olduğundan Allah’ın ezeli oluşu varlığın da ezeli oluşunu gerektirir. Allah’ın baki oluşu, varlığın da baki oluşunu gerektirir. Surede samed sözcüğüyle kastedilen budur. Bu noktada ilginç bir örnek olarak ifade edelim ki, Kur’an’ın materyalist tefsiri konusunda çalışması bulunan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Kur’an’da geçen Allah sözcüğü yerine Tarihsel Determinizm’i koyması, varlığı ezeli ve ebedi gören materyalist anlayışın da aslında devrimci İslam’ın Allah’ını aradığını bize göstermektedir.

“Doğurmamış ve doğurulmamıştır.”

Allah’ın doğurmamış olması onun yine ebediliğini ifade etmektedir. Doğurulmamış olması da ezeli oluşunu anlatmaktadır. Klasik tefsir çalışmalarında, “Allah, çoluk çocuk sahibi değildir,” şeklinde de izah edilen bu ayetle Hıristiyanların Hazreti İsa’yı Allah’ın oğlu biçiminde nitelemelerine bir göndermede bulunulduğu belirtilmektedir. (Bu arada belirtelim ki Hıristiyanlıkta Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olarak nitelenmesi biyolojik bir baba – oğul ilişkisi değildir. Bunu böyle sanmak son derece cahilcedir.)

Aslında bu ayetlerde sonradan var olmama haline bir vurgu vardır ki bu hal varlığın tümü için söz konusudur. Varlık başlangıçsız ve sonsuzdur. Varlığı bir şey doğurmuş değildir. Ve varlık kendisi dışında bir şey doğuracak da değildir.

Şimdi de son ayete bakalım…

“Ve hiçbir şey ona denk değildir.”

Evet, hiçbir şey Allah’a denk değildir. Varlığın cüzleri, varlığın tümüne denk olmaz. Varlığın külli hali olan Allah’a, varlığın bir cüzünü denk görmek yahut denk olduğunu düşünmek Allah’ın içkinliği inancına aykırıdır. Allah’ın aşkınlığını savunup kendini de onun varlıklar dünyasındaki temsilcisi / halifesi / gölgesi / tecellisi olarak takdim eden sözde dini / siyasi liderlerin Allah’a denklik davası güttüklerini idrak etmek devrimci Muhammedî İslam’ın açığa çıkarmak / deşifre etmek istediği keskin bir şirk suçudur.

Allah’ın evrenden, varlıklar âleminden ayrı düşünülemeyeceğini son derece arı duru bir biçimde ifade eden bir ayet de; “Rahman arşa istiva etti / O Bağışlayıcı olan Tanrı, göklerin en yüksek katına kurulmuştur.” (Ta Ha Suresi 5. Ayet / Ta Ha Bölümü 5. Söz) biçimindeki Kur’an sözüdür.

Bu ayet aslında aşkınlık iddiasını çökerten bir ifadeyi haykırmaktadır. Lakin aşkınlıkçı müfessirler bu ayeti kendi teorilerine uygun şekilde tevil edebilmek için çırpınıp durmuşlardır. Allah mekandan münezzehtir, diye ahkam kesip sonra da bu ayetle karşılaştıklarında elleri, ayakları ve dilleri dolaşan aşkınlıkçı teologlar, bir yığın laf kalabalığıyla kendilerine yönelik hücumları bertaraf etmeye çalışmışlardır. Gerçek şu ki, aşkın Allah inancı için girişilen bütün savunmalar laf kalabalığından başka bir şey değildir. Allah’a bir yığın sıfat izafe edip onu bir muammaya çeviren aşkınlıkçı teologlar egemenlerin işine gelen bir Allah inancı üretmeyi sözde tevhidçi / muvahhid kimliklerinin bir gereği saymaktadırlar. Oysa ayet o denli açıktır ki hiçbir tevile gerek yoktur. Evet, Allah göklerin en yüksek katına kurulmuştur. Bu ifade Allah’ı varlıklar dünyasının içinde kabul etmenin Kur’anî dayanaklarından biri ve en çarpıcı olanıdır.

Allah inancının aşkınlığı yahut içkinliği konusu siyasal sistem tartışmalarıyla da yakından ilgilidir. Bu cümleden olarak ifade edelim ki, teokrasi ve demokrasi noktasındaki yönelimlerde belirleyici olan etkenlerden biri de Allah inancı konusundaki tutumdur.

Teokratik sistem savunucuları, Allah’ın aşkınlığı inancına dayanmaktadırlar. Allah’ı insanlardan, toplumdan, yaşamdan ve doğadan uzaklaştıran ve varlıklar dünyasının dışına iten aşkınlık düşüncesi, teokrasiye meyyal bir düşüncedir. Teokrasi, insanın kendi kendini yönetmesi fikrine karşıdır. İnsanların nasıl yönetileceğine uzaklardaki Tanrı karar verir. Zira insan acizdir ve hüküm Allah’ındır. Ancak Allah adına insanları yönetecek yahut tanrısal yasaları yani Allah tarafından gönderildiğine inanılan hukuki kuralları insanlar üzerinde tatbik edecek vekil veya vekiller lazımdır. Teokraside Allah’ın vekili olarak onun hükmünü icra edecek olan ve çoğunlukla halife, sultan, padişah vb. adlarla anılan üstelik “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” biçiminde nitelenen kimseler aslında kendi irade ve iktidarlarını Allah’ın iradesi olarak takdim etmekte, böylece de deyim yerindeyse “yarı tanrı” olma rolünü oynamaktadırlar. Bu “yarı tanrılık” rolünün en büyük propagandistleri ve aynı zamanda sistemin sömürgen parazitleri de din adamları sınıfıdır.

Gerçekte bu, din dışı bir haldir ve apaçık bir şirktir.

İçkin Allah inancı ise Allah ile insanı, toplumu ve evreni iç içe geçmiş olarak düşündüğünden halkın iradesini ve halk erkini doğrudan doğruya Allah’ın egemenliği olarak görmektedir. Dolayısıyla İslam toplumlarında çağdaş demokrasinin içselleştirilebilmesi için devrimci Muhammedî İslam’ın içkin Allah inancı egemen kılınmalıdır. Zira Kur’an’ın tanıttığı Allah inancı bu şekildedir.

Gerçeği bilelim ve inancımızı doğru bir zemine oturtalım.

Allah; bize uzak değildir.

Allah; içimizdedir, biz de onun içindeyiz.

Allah; yaşamımızın kendisidir.

Allah; alın terimizdir, emeğimizdir.

Allah; topraktadır, fabrikadadır, okuldadır.

Allah; acılarımız, sevinçlerimiz, direncimiz, isyanımızdır.

Allah; bizim zulme karşı ayağa kalkışımız, diktatörlere boyun eğmeyişimizdir.

Allah; vicdanımızdır, aklımızdır, damarımızda dolaşan kandır.

Evet, o, varlıklar dünyasının dışında değil âlemin içinde hatta şah damarımızdan daha yakındadır. Öyle ki, her birimiz onun külli varlığının bir zerresiyiz.