Özdil, "Bırakın Türkiye tarihini, dünya basın tarihinde böylesine sistematik saldırı altında tutulan bir başka gazete yok. Patronundan muhabirlerine, genel yayın yönetmeninden yazarlarına, internet sitesinden muhasebe görevlilerine kadar, neredeyse yargılanmayan personelimiz yok! Hapis cezası istenmeyen yazarımız yok!" diye yazdı.

Yılmaz Özdil'in Sözcü'deki yazısı şöyle:

Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca hiçbir gazete Sözcü gazetesi kadar sistematik saldırı altında kalmadı.

4.877 gündür yayınlanıyoruz.

Bu süre içinde aleyhimize 800'den fazla tazminat davası açıldı.

Bin'den fazla suç duyurusunda bulunuldu.

300'den fazla ceza davası açıldı.

2 binden fazla tekzip başvurusu yapıldı.

Toplayın bunları…

4 bini geçiyor.

Kardeş gazetemiz Korkusuz'u ilave et.

5 bine yaklaşıyor.

Yani?

Sözcü ailesi, yayın hayatına başladığı günden beri, ortalama her gün adliyeye götürüldü, her gün!

Bırakın Türkiye tarihini, dünya basın tarihinde böylesine sistematik saldırı altında tutulan bir başka gazete yok.

Patronundan muhabirlerine, genel yayın yönetmeninden yazarlarına, internet sitesinden muhasebe görevlilerine kadar, neredeyse yargılanmayan personelimiz yok!

Hapis cezası istenmeyen yazarımız yok!

Asılsız ihbarlarla, kanıtsız iftiralarla, sahte tweetlerle, yalancı tanıklarla, montaj fotoğraflarla, düpedüz kumpaslarla, linç kampanyalarıyla devamlı savcı veya hakim önüne çıkarılıyoruz.

Hukuk servisimiz adeta call center gibi çalışıyor!

Haksız vergi cezaları kesiliyor.

Basın ilanlarımız kesiliyor.

Henüz yayın hayatına başlamayan televizyonumuza bile ceza kesildi.

En son… Emin Çölaşan, Necati Doğru, Metin Yılmaz, Yücel Arı, Mustafa Çetin, Gökmen Ulu ve Yonca Yücekaleli'ye verilen toplam 20 yıl hapis cezası, istinaf mahkemesi tarafından onandı.

Can güvenliğimiz yok.

Manşetlerden ekranlardan hedef gösteriliyoruz.

Silahlı korumalarla dolaşıyoruz.

Peki tüm bunlara “nasıl katlanıyorsunuz?” derseniz…

Kendi payıma şöyle izah edeyim.

Henüz üniversite öğrencisiydim.

Gazetecilik okuyorum.

Sokakta tatsız bir hadiseye karıştık, karşımızdaki polisti, o bize, biz ona vurduk, e haliyle kelepçelediler, geceyi karakolda geçirdim.

Sabah olunca adliyeye götüreceklerdi.

“Avukatımla görüşmek istiyorum” dedim.

Komiser şöyle bir yüzüme baktı, “burası Amerika mı lan” dedi!

Meğer, suçüstü yakalandığım için suçüstü mahkemesine çıkarılacaktım, o günkü yasalar gereği suçüstü mahkemesinde avukat mavukat olmuyordu.

Polis aracına bindirdiler, Konak'ta devlet hastanesinin önünde indirdiler, ellerim önden kelepçeliydi, mevsim yaz, tişörtlüydüm, kelepçelerin üstüne kazak filan atarak kamufle edemiyordum.

Emniyet müdürlüğü binasına kadar o vaziyette yürüttüler.

Akıllarınca ibreti alem yaptılar.

Neyse… Parmak izi falan aldılar, mahkemeye çıkardılar.

Sanık bölümünde ayakta duruyorum, bacaklarım titriyor.

Atın içeri dese, en az iki üç ay yatacağız.

Hakim salona geldi.

Şöyle ters ters baktı bana, sonra önündeki dosyaya baktı.

“Sen misin bu eşek herif” dedi!

Ne diyeyim, en şirin ses tonumla “benim efendim” dedim.

“Polise vurmuşsun” dedi.

“Efendim vurdum ama ben haklıyım” dedim.

“Evladım, burası hukuk devleti, başına böyle bir iş geldiğinde karakola gideceksin, o işin hesabını bizler, savcılar hakimler soracağız, öyle değil mi?” dedi.

“Haklısınız efendim” dedim.

“O halde tekrar soruyorum, polise vurdun mu?” dedi.

“Efendim vurdum ama” dememe kalmadı, “dur” manasında elini kaldırdı.

“Oğğğlumm, böyle bir şey olduğunda karakola gideceksin, o işin hesabını bizler, hakimler savcılar soracağız, anladın mı?” dedi.

Nihayet anlamıştım!

“Tekrar soruyorum, polise vurdun mu?” dedi.

“Vurmadım efendim” dedim.

Daktilonun başındaki memureye seslendi, “yaz kızım…”

Yırtmıştım.

Serbest bırakıldım.

Tutuksuz yargılanmaya devam ettim ama, hakim sayesinde kazanılan zaman sorunları tamir etmeye yetti, yumrukladığım polisin siniri geçti, yumuşadı, avukatlar devreye girdi, paçayı kurtardım.

Birkaç yıl sonra, gazeteciler cemiyetinden Hasan Tahsin Ödülü aldım.

İlk ödülümdü.

O hakime gittim.

“Efendim ben geldim” dedim.

Gene ters ters baktı.

“Sen o eşek herifsin değil mi?” dedi.

“Benim efendim, ödülümü getirdim” dedim.

“Artık yazarak mı dövüyorsun” dedi.

“Sayenizde” dedim.

“Otur” dedi, çay söyledi.

35 yıl geçti…

Ne o çayın tadını unuttum, ne de kulağıma küpe nasihatlarını.

O babacan hakim olmasaydı, hayatım kaymıştı.

12 Eylül'ün hemen üstüydü, sıradan bir gençlik öfkesi yüzünden sabıkalı olacak, muhtemelen üniversiteden atılacak, gazetecilik falan yapamayacak, kimbilir nereye savrulacaktım.

“Hukuk” denilen kavramın kanunlardan ibaret olmadığını, cezalardan ibaret olmadığını düşünen tecrübeli bir hakim, hayatımı kurtarmıştı.

Nasıl başlarsan öyle gider…

Gazeteciliğe bir hakim sayesinde başlayabilmiştim, 35 yıldır onun gibi hakimler, onun gibi savcılar sayesinde devam edebiliyorum.

Başıma gelen onca iftiraya, onca linç kampanyasına, onca tehdide, onca suç duyurusuna, onca davaya rağmen, sırf o rahmetli hakim sayesinde adalete olan inancımı asla yitirmedim.

Hayatımızı mahvetme gayretlerine rağmen, kalemimizi kırma gayretlerine rağmen, talimatlı hukuk facialarına rağmen, çektiğim maddi/manevi acılara rağmen, yüreğimdeki cam kırıklarına rağmen, namuslu savcılara namuslu hakimlere olan inancımı asla yitirmedim.

Sözcü ailesinin, patronumuz Burak Akbay'dan tüm çalışanlarına kadar, istisnasız hepsinin benzer bir yaşanmış hukuk öyküsü var.

İşte bu sayede katlanabiliyoruz…

Başımıza gelen/getirilen onca felakete rağmen, hakikatin topallayarak da olsa hedefine ulaşacağına, namuslu savcıların namuslu hakimlerin illa ki varolduğuna güveniyoruz.

Adalete olan inancımızı asla yitirmiyoruz.

Çünkü eminiz ve müsterihiz…

Namuslu gazetecilik suç değildir!