Mary Shelley’in 1818 tarihli Frankenstein romanı, Victor Frankenstein adında genç bir bilim insanının ceset parçalarından bir canlı yaratma girişimini konu alır. O dönemde yeni keşfedilen, ölü kaslara elektrik verilerek hareket sağlanması gibi deneylerden etkilenmiş bu eser, zamanla bilimkurgu (biraz da Gotik) türün öncülerinden biri olarak kabul edilir.
Geçtiğimiz haftalarda, Guillermo del Toro'nun Netflix için çekilen yeni Frankenstein (2025) filmi ise bu klasik romana birebir bağlı kalmak yerine temel yapısını koruyarak güncellenmiş bir halini bize sunar. Bu yazıda Del Toro’nun modern Frankestein yorumunun, Shelley’in romanıyla hangi yönlerden ayrıldığını ve nasıl yeni bir anlatı kurduğunu inceleyeceğiz.
Estetik
İlk izlenim elbette Yaratık’ın görüntüsüdür. Orijinal eser bir roman olduğundan görüntü düşüncemize göre şekillenecektir, fakat Frankestein’ın yaratığı en ideal parçalardan oluşsa da ortaya çıkan yaratık istenildiği gibi güzel değildir, tezat, uyumsuzdur ve kesinlikle güzel tasvir edilmez.
Del Toro’nun filmindeki yaratık, yine romandaki gibi güzel olması için tasarlanır ve bu amaca ulaşılır. Victor’un, akademideki sunumunda söylediği gibi, dikişleri kaba-saba değildir ve ince işçiliktir. Vücudunun her yerini saran dikişler varla yok arasındadır, yüzü orantılı ve güzellik standartlarını karşılar şekilde tasvir edilir. Hatta Victor’u reddeden Elizabeth, ilginç şekilde Yaratık’ı hoş bulacaktır -ki bu Victor’un delirmesine de katkıda bulunur.
Orijinal romanda yaratık "iğrenç ve acınası” vurgulanırken yine de güzel olması amacıyla yapılmıştır ve oldukça insansıdır, oysa sonraki uyarlamalarında yaratık tasviri iyice çirkinleşir. Del Toro’nun filmindeki uyarlamaya gelene kadar, Yaratık; kaba dikişleri olan, her yerinden cıvata parçaları taşan ve zombiye benzer bir hal alır. Del Toro ise kendi modern uyarlamasında bu imadan bilerek kaçınmıştır, filmdeki yaratık bütün popüler kültür uyarlamalarından farklıdır. Onun uyarlamasında yaratılan bir sanat eseri gibi algılanmalıdır, sonuçta Victor’un ömrünü adadığı bir projedir bu, göze güzel gözükmelidir ve arkasında yıllar süren bir planlama olduğu açıktır, acele yetiştirilen bir ödev değildir Yaratık. Nitekim kendisi de şöyle bir yorum yapar: “Onun dünyaya sonradan yamalanmış bir şey değil, sanatçısının elinden özenle yapılmış bir mermer heykel gibi olmasını istedim.”
Bir diğer farklılık ise romanda Victor’un mezar hırsızlığına karışmasıdır. Filmde, hikaye 1790’dan 1850 yıllarına taşındığından bu kısım değiştirilir, mezar hırsızlığı konusuna hiç değinilmez. Bu yıllarda Victor, ceset parçalarını Kırım Savaşı’nda ölen askerlerden temin eder, bunu da savaş alanında gezinip ceset seçerken görüyoruz. Yaratık’ın görüntüsündeki bu arka plan güzel bir zemin hazırlar, zihnindeki anılar birçok farklı askerin birbirine yamalanmış trajik anılarından oluşur, her biri farklı vücut parçalarından gelir.
Baba-Oğul
Victor Frankestein: İzleyicinin gözünde asıl canavar, yaratık değil Frankestein'ın kendisidir. Romandaki Victor, iyi bir çocukluk geçirmiştir ve sevgiyi tatmıştır, filmde ise çok sevdiği annesini kaybettikten sonra babasından sevgi görmeyen bir Victor görüyoruz. Tıp alanında ilerleme isteği babasına olan nefretinden doğuyor, onu aşmak istiyor. Romanda, kibrine yenik düşen ve elindekileri takdir etmeyen bir figür olan Victor, doğal dürtülerinden yola çıkarak yaratığı yaratır. Filmde ise buna neden sürüklendiğine dair arka plan oluşturulur, babasından şiddet görür, küçük kardeşi William’a verilen sevgi ona verilmez ve dışlanır. Bütün bunlar onu eksik ve yaralı bir insan haline getirir. Kendi yarattığı eserine şiddet uygulaması ve mahzene kilitlemesi, filmin sonunda ise onu oğlu olarak gördüğünü söylemesi Victor’un çarpık baba-oğul ilişkisine göndermedir.
Hibris
Mary Shelley’nin romanı bir Prometheus anlatısıdır; zaten romanın alt başlığı da “Modern Prometheus”tur. Antik Yunan mitolojisinde Prometheus, tanrılardan ateşi çalıp insanlara vererek hem uygarlığın gelişmesini sağlar hem de tanrıların gazabını üzerine çeker. Victor Frankenstein da insanın doğaya hükmetme arzusuyla hareket eder, ölüme karşı zafer kazanma hevesiyle tanrıya kafa tutar. Bu kibir -hibris- onun düşüşünü hazırlar.
“Hibris” kökeni Antik Yunan’a dayanan bir kavramdır ve basitçe; kişinin kendi sınırlarını aşacak kadar kibirli, gururlu ve kendine aşırı güvenen davranışlar sergilemesi anlamına gelir. Antik Yunan tragedyalarında hibris, bir kahramanın tanrılara meydan okurcasına davranmasıyla başlar ve tragedyanın sonunda her zaman yıkıma, cezaya veya trajik bir sonuca yol açar.
del Toro’nun uyarlamasında bu tema daha da derinleştirilerek işlenir. Film, Victor’un yarattığı yaratıkla ilişkisini yalnızca bilimsel bir başarısızlık değil, aynı zamanda duygusal ve ahlaki bir çöküş olarak gösterir. Victor'un yaratığına isim vermemesi, onu sevgi yerine kontrolle (zincirlerle ve şiddetle) yönlendirmesi ve toplumdan izole etmesi/kaçınması bu kibri açıkça gösterir.
Canavar kim, yaratık mı, yaratan mı?
Bütün bu farklılıklara rağmen hem Mary Shelley’in orijinal romanında hem de Guillermo del Toro’nun Netflix uyarlamasında merkezde olan tek bir soru vardır; Gerçek canavar kimdir?
Roman boyunca isimsiz Yaratık'ın insani nitelikleri (konuşması, öğrenme arzusu, sevgi beklentisi) bizi onunla empati kurmaya iter. Zaten filmin ilk yarısı Victor'un ağzından, onun bakış açısından hikayesini anlatması şeklindedir. İkinci yarısında, Yaratık'ın bakışından izleriz. Onu yaratan Victor, sorumluluk almaktan kaçar. Canavar olan Yaratık değil, onu yaratıp terk eden Victor'dur. "Victor" söylediği tek kelime, ona dünyayı ifade ederken o bunu reddedip görmezden gelir. Frankestein denince aklımıza gelmesi gereken canavar, ismin asıl sahibi Victor olmalıdır.