Toplumda ortak bir dinamizm kurar, bireyin iç dünyasında ise köşeleri törpüler, insanı kendine doğru büyütür. Dünyanın neresine gidersen git, ahlak kavramı kültürün ön sıralarında yer alır. Her toplum onu kendi dinamikleriyle farklı biçimlerde filizlendirir; fakat hangi toprakta büyürse büyüsün, hayatı kolaylaştıran bir işlev taşır.
Çoğumuz “ahlaklı bir yaşamın içinde var olmak” isteriz. Fakat gözden kaçırdığımız temel bir gerçek vardır: Ahlak, başkalarından beklediğimiz bir davranış değil, kendi yaşamımıza entegre ettiğimiz bir duruştur.
“Bana ahlaklı davranılmasını istiyorum” demek, ahlakın mimarisini kurmaz; çünkü bu talep çoğu zaman çıkar temellidir.
Asıl soru şudur: Ben ne kadar ahlaklıyım?
Yaşamın içindeki eylem ve söylemlerimde kendime ne kadar geri dönüyorum? Kendimle kalıp kendime bakabiliyor muyum? Sosyal rollerin, işlerin, koşturmaların dışında “Biraz kendimle kalayım, kendime bakayım” dediğim anlar var mı? Gerçek yüzümle baş başa kalmayı seviyor muyum, yoksa kendimden mi kaçıyorum?
Ahlak, dış dünyanın gürültüsü içinde merkeze doğru yolculuk yapabilme cesaretinden beslenir. “Kendime yapılmasını istemediğimi başkasına yapmamalıyım” cümlesi elbette önemli bir başlangıçtır; ama ahlak sadece bundan ibaret değildir. Ahlakı yalnızca bu ilkeye indirgersek, onu kendi deneyimlerimizin dar çerçevesine sıkıştırmış oluruz. Çünkü insan, her şeyi yaşamamıştır.
Bir müzisyen olmadıysan korsan müzik dinlemenin yarattığı tahribatı tam bilemeyebilirsin. Bir çiçek olmadın, bir hayvan olmadın; ama onların incinmişliğini anlamak için mutlaka onlar olman gerekmez. Gerçek ahlak, sadece başına gelene göre değil, hiç yaşamamış olsan bile başkasının acısını kavrama çabasıyla ortaya çıkar.
Yani ahlak, senin deneyim alanını aşan bir duyarlılıktır.
Bu yüzden birkaç temel ilkeye bakalım: çalmak, zarar vermemek, yalan söylememek.
Çalmak: Sadece Cebinden Değil, Ortak Haklardan da
Emeğin olmayan bir şeyi almak da çalmaktır. İnternette telifsiz film, dizi veya müzik izliyor musun?
Birinin fikrini, kaynağını belirtmeden, sanki sen üretmişsin gibi sunuyor musun? Suyu gereksiz yere akıtarak, bu gezegendeki tüm canlıların ortak hakkından çalıyor musun?
Cevabın “evet” ise, bunun hâlâ “çalmak” olduğunu fark etmek gerekir.
Bugün sana sıradan gelen o davranışın yarattığı sonuçlarını belki şimdi görmüyorsun; ama bir gün suyun aylarca akmadığı bir şehirde yaşamak zorunda kalsan, bugün musluktan boşuna akan her damlanın aslında senden ve başkalarından çalınmış bir gelecek olduğunu daha net görürdün.
Gerçek ahlak, “Ben yaptığımda bir şey olmaz” ya da “Bir kere yapmakla bir şey olmaz” cümleleriyle vedalaşmayı gerektirir.
Zarar Vermemek: Sadece İnsana Değil, Bütüne
Zarar vermemek, yalnızca insana zarar vermemek demek değildir. Sivrisinek öldürüyor musun?
Yolda kendi halinde var olan bir çiçeği koparıyor musun? Sırf kendi çıkarlarını korumak için bir sözünle bir insanın kalbini kırıyor, itibarını zedeliyor musun? Burada bakılması gereken, zararın büyüklüğü değil, eylemin kendisinin “zarar verme” niteliğini taşıyıp taşımadığıdır.
Her biri bir yaşam formu.
Her biri bir bütünün parçasıdır.
Ve biz “Benim keyfim için yok edilebilir” dediğimiz her anda aslında en çok kendi özümüze zarar veririz.
Yalan: En İnce İhlal, En Derin Ayna
Toplumun büyük kısmı “Büyük yalan söylemem ama arada beyaz yalan olur” der. Ne var ki yalan, adına eklenen sıfata bakmaz; doğası değişmez.
Diyelim ki bir arkadaşınla buluşacaksın. Daha evden yeni çıkacaksın, telefonun çalıyor:
“Neredesin?” diye soruyor.
Sen hâlâ evdeyken, “Gelmek üzereyim, çok az kaldı, trafikteyim” diyorsun. Bu, günlük hayatın içinde çok normalleşmiş bir örnek. Ama adı tam olarak şudur: yalan.
Şimdi biraz daha derinine bakalım:
Aslında çok yorgunsun. Kendine zaman ayırmak istiyorsun. Bir arkadaşın buluşmak için arıyor.
“Bugün kendime zaman ayırmak istiyorum, gelemeyeceğim” demek sana zor geliyor.
Onun yerine “İşim uzadı, trafikte kaldım, çok yoğunum” diyorsun.
Kulağa masum gelen bu beyaz yalan, karşı tarafı o an belki incitmiyor; ama içeride çok daha derin bir yara açıyor: Kendi duygunu savunamayacak kadar kendinden vazgeçtiğini itiraf edemiyorsun.
Burada yalan sadece karşındakine değil, önce kendine söyleniyor:
“Benim isteğim, benim ihtiyacım, benim yorgunluğum gerçeğini olduğu gibi ifade etmeye değmez” diyorsun aslında.
Böylece hem kendine hem karşındakine haksızlık ediyorsun: Kendine, çünkü duygunu inkâr ediyorsun.
Karşındakine, çünkü gerçek bir ilişki kurma imkânını sabote ediyorsun. En derin yalan, başkasına değil, insanın kendi gerçeğine söylediği yalandır.
Ahlak tam da burada, içsel bir aynaya dönüşür: Kendine karşı ne kadar dürüstsen, dünyaya karşı da o kadar dürüstsündür.
Toplumsal Ahlak, Bireysel Ahlakın Üzerine Kurulur
Tüm bu ilkeler bizi şuraya getiriyor: Toplumda ahlak inşa etmek, bireyin kendi içinde ahlak inşa etmesiyle başlar.
İçsel ahlakı olmayan biri, kuralların gölgesinde dolaşır; ama hiçbir kural onun içini ahlaklı yapamaz.
Ahlak, dışarıdan gelen bir talimat değil, içeriden büyüyen bir karakterdir. Bu noktada İoanna Kuçuradi’nin etik bakış açısı bize önemli bir kapı açar: Kuçuradi’ye göre mesele, sadece “ahlak kurallarına uymak” değildir; insanın değerini bilmek ve bu değere uygun davranma yeterliliğini kazanmaktır. Kötülük, insanın değerini görememekten doğar; iyilik ise insanın ve canlılığın değerini gerçekleştiren eylemdir.
Kuçuradi’nin sevdiğim bir sözü vardır:
“İyi, yeterince aydınlanmamışsa, kötü kadar zararlıdır.”
Bu bakış açısı ahlakı “yap–yapma” listelerinin dışına taşır. Ahlak, bir otoritenin buyruğunu yerine getirmek değil, insanın ve tüm canlıların taşıdığı değeri idrak ederek davranmaktır. Yani gerçek ahlak, değer bilgisiyle birlikte gelen farkındalıktır.
Ahlak: Cesaret, Öz’e Dönüş ve Kendiyle Yüzleşme
İnsanın gerçekten ahlaklı olabilmesi, korkmadan kendi içine bakabilmesiyle başlar. Ahlakı dışarıya değil, önce kendine yerleştirmesi gerekir. Bunun için insanın kendine emek harcaması, kendisiyle zaman geçirmesi, kendinden kaçmaması gerekir. Oysa içinde yaşadığımız yaşam dinamikleri büyük ölçüde insanı kendine dönmekten alıkoyan bir yapı üzerine kurulu. Sürekli oyalayan, sürekli dışarı çeken, “Sen düşünme, ben senin yerine düşünürüm” diyen bir sistemin içindeyiz. İnsanın kendi öz benliğine dönmesi, kendi sorularını sorması, kendi vicdanıyla baş başa kalması neredeyse bir başkaldırı hâline geliyor. İşte tam bu noktada, gerçek ahlak bir lüks değil, bir cesaret eylemine dönüşüyor.
Çünkü ahlaklı olmak;
– kendine yalan söylememeyi,
– kendine zarar vermemeyi,
– kendi haklarının çalınmasına izin vermemeyi,
– içindeki değeri ve başkalarının değerini görmeyi gerektiriyor.
Kendine yapamadığını dışarıya da yapamazsın. Gerçek ahlak, insanın özüne dönüp orada filizlenir. Dışarıdan dayatılan doğru değil; içeride, insanın kendi özüyle kurduğu en sahici buluşmadır.
Ve belki de en sade hâliyle şunu söyleyebiliriz: İnsan, kendine dürüst olmadan ahlaklı olamaz.
Çünkü tüm bu yaşam, ne yaparsak yapalım, sonunda bize yine kendimizi gösteren dev bir aynadır.