Son bir haftada yaşananlara bakınca, ülkenin istisnasız her konuda istikrarlı geri gidiş sürecinde gaza basıldığı görülüyor. Güya insan hakları, hukuk ve ekonomide reform müjdeleri verilirken eş zamanlı olarak var olan hak ve özgürlükler tek tek geri alınıyor, yapılmış olanlar da yıkılıyor.

Meclis onayı ile yürürlüğe giren ve hukuken tek imza ile iptal edilmesi mümkün olmayan İstanbul Sözleşmesi, iki satırlık bir kararname ile buruşturulup çöpe atıldı.

Her kesimden mağdurların seslerini duyuran milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun bu yaptıkları cezasız bırakılmadı! Önce vekilliği düşürüldü, dört gün sonra da mecliste gözaltına alındı.

Altı milyon seçmenin oyunu almış, meclisin üçüncü büyük partisi HDP’ye kapatma davası açıldı.

Merkez bankası başkanı görevinin dördüncü ayında, öncekiler gibi pat diye görevinden alındı.

Danıştay İdari Davalar Genel Kurulundan Andımızın tamamen iptali ve Devlet madalyalarından Atatürk kabartmalarının kaldırılması nihai kararları çıkartıldı.

Galata kulesinden sonra İstanbul Gezi parkı mülkiyeti de İBB’den alınıp bir vakfa devredildi.

Yakında ilk kazmayı vurmayı planladıkları Kanal İstanbul’un yapım ve işletimi ile ilgili tüm zararlara (diğer benzer tüm projeler gibi) devlet garantisi verildi.

Ve hatta Muş-Diyarbakır ile Ordu-Giresun illerinin sınırları değiştirilerek seçim hazırlıklarında bir adım daha atıldı. İl-ilçe seçim kurulu başkanları o il veya ilçedeki en kıdemli hâkim iken bunların merkezden belirlenmesi kararı zaten daha önceden alınmıştı.

Sadece son birkaç günün gelişmeleri, kötünün kötüsünün de devamının geleceğini gösteriyor. İktidarı ayakta tutan çoğunluğu yitirmenin yarattığı pank ile, tekleyerek çalışan makinenin tüm butonlarına aynı anda basıyorlar.

Ülke yakın zamana kadar freni patlamış ve yokuş aşağı giden bir kamyona benzetilirdi. Artık bir üst aşamaya geçildi, freni patlamış kamyonun şoförü üstelik bir de gaza basıyor, yıka yıka gidiyor!

8 ay önce, 21 Temmuz 2020’de bu köşede yayımladığım “Yıka Yıka Gidiyorlar” başlıklı yazımda, İstanbul sözleşmesinden çıkılacağı öngörümü de yazarak, nereye doğru sürüklendiğimizi ve sebeplerini tahlil etmeye çalışmıştım. Son gelişmeler ışığında o günkü yazımın daha güncel ve çok daha anlaşılır olduğunu düşünüyorum ve olduğu gibi aşağıda paylaşıyorum.


Yıka yıka gidiyorlar

AKP iktidarı toplumdaki yaygın desteğini ve gücünü yitirmeye başladıkça sertleşti, hukuktan ve demokratik ilkelerden uzaklaştı. Gelinen noktada bu sertlik politikalarından taviz verilmeyeceği, demokratik kazanımların bir bir geri alınması yolunda artan bir ivmeyle ve gittiği yere kadar gidecekleri anlaşılıyor. Bekçilik kanunu ardından çoklu Baro kanununu çıkartıldı ve en son Ayasofya’nın ibadete açılma hamlesi devreye sokuldu. Şimdi sosyal medyayı kontrol kanunu ve ardından da İstanbul Sözleşmesinden çıkılması kararları sıraya konuldu. Öyle anlaşılıyor ki bunlar ve daha fazlası da tek tek yapılacak.

Kamuoyunda “sırada daha neler var, hilafet mi getirilecek?” sorularının sorulması boşuna değil. İslam âleminden bu yönde yeterli desteği göreceklerini düşünseler bunu da yapmaya kalkabilirler, ama Katar dışında hiçbir İslam ülkesi ile araları iyi değil. Ülkede “yok canım, o kadarını da yapamazlar!” cümlesi tedavülden çoktan kalktı. İktidarın bir süre daha ellerinden gitmemesi için yapamayacakları şeyin olmadığı geniş kesimler tarafından gitgide daha çok anlaşılmaya başlandı.

Peki AKP iktidarı neden hukuk ve demokrasiden uzaklaşma ve inanç üzerinden siyaset dozunu gitgide artırıyor? İktidarlarının geleceğini neden bu karanlık sularda arıyorlar? Bu soruların yanıtlarını kendimce tartışmaya çalışacağım.

İKTİDARI 'GÜÇ' ÜZERİNDEN YENİDEN TANIMLAMAK
Geniş kesimlerce “Bu yaptıkları iktidarın oylarını artırmaz, hatta zarar verir, neden bunları yapıyorlar ki?” diye soruluyor. Yerinde bir soru! AKP galiba geniş kitlelerin gönlünü tekrar kazanma imkânının kalmadığını düşünüyor. Bu yüzden tüm kitlelerin değil, daha dar, daha radikal kesimlerin arzularını yerine getirme gayretini gösteriyor.

Gazeteci yazar Kemal Can’ın katıldığım değerlendirmesine göre; AKP iktidarı uzun zamandır oy konsolidasyonunu (pekiştirmesini) değil, ‘güç’ konsolidasyonunu önemsediğini gösteriyor artık. Gücünü yitirmesine rağmen, riskli bile olsa hala daha neler yapabileceğini göstermeye çalışıyor. Böylece hala çok güçlü olduğunu ve ‘yapabilirlik’ kapasitesini göstermek üzerinden, iktidarını yeniden tanımlamaya çalışıyor.

Yani, var olan seçmenini korumak ve kopanları yeniden kazanmaktan ziyade, zaten pek sınır tanımayan gücünü ve baskıları daha da artırmayı seçiyor. İlk başlarda attığı demokratikleşme adımlarından geri vites yapma ve inanç istismarı üzerinden icraatlarını artırma yolunu seçiyor.

AKP başta İstanbul, birçok büyük şehir belediyesini kaybetmelerini sağlayan Millet ittifakını parçalamayı, karşısında olası bir seçimde ittifak oluşmasını engellemeyi çok önemsiyor. Güvenlikçi ve savaşçı politikalarına İYİ Parti ve kısmen CHP’den destek alarak HDP’nin fiili ittifaktan dışlanmasını sağlıyor.Dini referanslı icraatları ile deAKP’den kopan iki yeni partiye oy kaymalarını da engellemeye çalışıyor.

HANİ 'KOPENHAG KRİTERLERİNİ ANKARA KRİTERLERİ' YAPACAKTIK!
Batı medeniyetinin birikimlerinden, temel hak ve özgürlüklerden ve hukuktan uzaklaşıp, Türk tipi Başkanlık sistemine geçince, AKP’nin ‘hukuk ve demokrasi’ anlayışı, daha doğrusu bu kavramlarla hiç barışık olmadığı iyice açığa çıktı.

AB’ye tam üyelik müzakerelerinin başlarında bazı üye ülkeler Türkiye’nin birliğe asla alınamayacağını dillendirdiğinde “onlar bizi AB’ye almazsa, Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar ve bizim insanımız için yola devam ederiz” demişlerdi. Bu yolda samimi olmadıklarını, dönemsel konjonktür gereği öyle bir yol izlediklerini söyleyenler taşa tutuluyordu o dönemlerde.

Nerden nereye geldik! AB kriterlerinin uzun zamandır esamesi okunmuyor artık. AKP’nin “Ankara kriterlerinin” bizi evrensel hukuktan ve demokrasiden uzaklaştırıp hızla Ortadoğu karanlığına götürdüğü çok açık görülüyor artık.

'DEMOKRASİ VE MİLLİ BİRLİK'TEN NE ANLIYORLAR?
Bir zamanlar “ileri demokrasi” sözünü sık kullanan iktidar cenahlarında uzun zamandır demokrasi ve özgürlüklerin adı (yalandan dahi olsa) pek geçmiyordu ki, geçen hafta bir “demokrasi kutlaması” yaptık! 15 Temmuz’u “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” olarak kutladık! Bu gün için seçilen isim AKP için biraz tezat değil mi?

İktidarın kavramların içini boşaltıp bu kavramları kendi anladığı şekilde yeniden tanımlamasına alışığız. Bu bayramın adının içindeki iki kavramdan birisi olan “Milli birlik” kavramından sadece, herkesin her koşulda kendi arkalarında hizalanmalarını anlıyorlar. ‘Birlik’ şöyle dursun, toplumsal kesimleri katı şekilde ayrıştırma üzerine kurulu bir siyaset yürütüyorlar.

Bu bayramın adının içindeki diğer kavram olan “demokrasi”den tek anladıkları şey ise sadece (içinden kendileri çıkmaları koşulu)“sandık”! İstedikleri oyu alamadıklarında sonucu kabul etmediklerini ve yenilettiklerini 24 Haziran İstanbul Belediye seçimleri ve 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde görmüştük. Sandık ve seçim dünyanın her yerinde var; ancak örgütlenme ve ifade özgürlüğü, serbest, adil ve özgür seçimler sadece (bizim çoktan düştüğümüz) demokratik ülkeler liginde var.

TEMEL SORUN İKTİDARIN ÖZGÜVEN EKSİKLİĞİDİR
Bugün ülkede yaşadığımız meselelerin en önemli sebebi, iktidarın gücü ile birlikte özgüvenini de yitirmiş olmasındandır. AKP hükümetlerinin 18 yıllık icraatlarına baktığımızda; bu ülke için en yararlı hizmetlerini en güçlü, en fazla destek gördüğü ve bu sebeplerle en özgüvenli olduğu dönemlerde yaptığını görüyoruz.

AKP’nin ilk dönemlerindeki demokratikleşme yönündeki adımlarına bakacak olursak, 2005’de AB’ye katılım sürecinde müzakerelerin başlatılması özgüvendendi. 1 Mayıs’ın ‘Emek ve Dayanışma Günü’ adıyla 2009’da resmen İşçi bayram ilan edilmesi ve Taksim’in mitinge açılması da bir özgüven göstergesiydi.

2011’de İstanbul’da gerçekleşen, Avrupa Konseyi Bakanlar Kurulu toplantısında imzaya açılan İstanbul Sözleşmesini ilk imzalayan ve onaylayan ülkeydik. Kadına yönelik şiddet ve cinsiyetler arası eşitsizlikleri gidermeyi konu alan bu ilk uluslararası sözleşmeyi 2014’de resmen yürürlüğe koymak da iktidarın özgüveni ile ilgiliydi.

Daha geniş toplumsal kesimlerin desteğini talep eden, ülkeye parlak bir gelecek vaat eden ve bir hikâyesi olan AKP’nin ilk iki döneminde özgüvenleri doruktaydı. Yurt dışından ekonomik ve siyasal destek görüyor, bol ve ucuz dış kredilerle sağlanan göreceli ekonomik refah artışı içeride umutları artırıyordu. Yaptıkları sayısız hatalarla bu refah dönemleri bitti, musluğun suyu kesildi ve AKP’nin toplumsal desteği azaldıkça hukuk ve demokrasiden uzaklaşma arttı.

'VERME' İMKANI BİTİNCE 'ALMA' BAŞLADI
Popülist liderler ve iktidarlar kendilerini iktidara taşıyan alt ve orta sınıflara ayrıcalıklı olanaklar sağlamak üzerinden seçmen desteği ve güç toplarlar. AKP iktidarları bu yöntemi uzunca yıllar epeyce etkin kullandılar. Ancak bir süredir tabanlarına bu tür maddi olanakları artık sunamadıkları gibi, bunu yakın gelecekte yapacaklarına dair umut da yaratamıyorlar.

Toplumsal tabanlarına ekonomik imkânlar “verme” imkânı artık kalmayınca, onlara inanç üzerinden bir nevi manevi hazlar verme yoluna girdiler. Ayasofya kararı ve İstanbul sözleşmesinin kaldırılması çabaları bu açıdan okunabilir.

Hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü, eşitlik, adalet gibi konularda iktidar tabanının çok da talepkâr olmadıkları, bunların eksikliklerini muhalifler kadar hissetmedikleri bir sır değil. Görece gelişmiş sosyal kesimlerin daha çok ihtiyaç duyduğu bu tür hak taleplerini AKP iktidarı artık gitgide yok sayıyor. Demokratik ve laik Türkiye’nin kazanımlarını tek tek geri alıyor, çünkü bu kavramları önemseyen kesimlerden oy alma ümidini tümüyle yitirmiş durumda.

'YAPMA' DÖNEMİ BİTİNCE 'YIKMA' DÖNEMİ BAŞLADI
AKP bugün, ülkenin her alanda daha iyiye gitmesi için yapacak bir şeyleri kalmamış olduğunu düşünüyor. Bu yüzden icraatlarını; bir şeyleri daha iyi hale getirmek, yani ‘yapmak’ üzerinden değil, bir şeyleri ‘yıkmak’ üzerinden kurguluyorlar. Bir şeyleri yıkarken ortaya işe yarar yeni bir şeyler de koymuyorlar. Hukuki ve demokratik kazanımlar birer birer ve kesintisiz bir gündem sırasıyla yok edilirken, bunu üstelik bir ‘güç sergileme’ perspektifinden topluma sunuyorlar.

İktidarın kaybı düşüncesi çaresizlik, kaygı ve panik yaratıyor. Son zamanlardaki tüm icraatları, rasyonelliklerini büyük ölçüde yitirdiklerini ve gerçeklikten kopmuş olduklarını gösteriyor. Toplumsal desteğini dönüşsüz kaybetme yolunda istikrarla ilerleyen AKP, (yaygın benzetimi yineleyeceğim) freni patlamış kamyon gibi ‘yıka yıka’ gidiyor.

Yeni avukatlık yasasıyla baroları bölme, parçalama ve yutma planı için (80 baronun itirazına rağmen) yasanın virgülüne dokundurtmadan geçirilmesi, bağımsız savunmanın yıkılması projesiydi. Ayasofya müzesine ve İstanbul sözleşmesine karşı takınılan tutum da ‘yapma’ değil, iyi giden bir şeyleri ‘yıkma’ çabasının ürünleridir. İnternete katı sansür ve sosyal medyayı zapt-u rapt yasası için de düğmeye basıldı, bir ‘yıkım’ projesi daha ne yazık ki gerçekleşecek.

Kendi tabanı olarak görmedikleri sosyal kesimlerin hak ve özgürlüklerini peyderpey geri alarak cezalandırmaya ve ayrışmayı daha da pekiştirmeye özel önem veriyorlar. Böylece tabanlarına “seni maddi olarak pek de tatmin edemesem de, bak ‘ötekiler’ senden daha mağdur ve mutsuz” der gibiler sanki.