Türkiye 84 milyonu aşan nüfusunun yüzde 98’i Müslüman bir ülke. Elbette ki bu Müslümanlığı; inançsal ve sosyokültürel Müslümanlık diye ikiye ayırmak durumundayız. Bu bağlamda yüzde 98’in ne kadarı inançsal Müslüman, ne kadarı sosyokültürel Müslüman’dan oluşuyor, bunu bilemiyoruz. Zira bu konuda elimizde bilimsel bir araştırma sonucu yok.

Gerçek şu ki Türkiye’de sosyokültürel açıdan Müslüman olsa da inançsal açıdan İslam’la bağını koparmış ciddi bir nüfus var. Bunun oranının yüzde 30’larda olduğunu düşünmekteyim. Gençlerin arasında ise bu oranın daha da yüksek olduğunu tahmin ediyorum.

Öte yandan tüm dünyadaki Müslüman nüfusun 1 milyar 700 milyon civarında olduğu ifade ediliyor. Bu nüfusun yaklaşık yüzde 79 – 80’i Sünnilerden, yüzde 17 – 18’i ise Şiilerden oluşuyor. Şii ve Sünni kategorisine dahil olmayan yüzde 2-3 kadar da diğer Müslümanlar var. Söz gelimi Alevi, Nusayri, Dürzi, Yaresan, Kadiyanî, Lahçi vb.

İslam dünyasının büyük bir bölümünde yönetsel anlamda dinsel referansların etkili olduğunu biliyoruz. Pek çok İslam ülkesinde şer’î yasalar egemen. Hatta bazı İslam ülkelerinin resmi adlarında bile İslam ibaresi var: İran İslam Cumhuriyeti, Pakistan İslam Cumhuriyeti, Afganistan İslam Cumhuriyeti gibi…

İslam dünyasında şer’î yasaların hâkim olmadığı birkaç ülkeden biri de Türkiye’dir. Türkiye’ye ilaveten bu konuda laik duyarlılığın yüksek olduğu Tunus, Azerbaycan, Lübnan, Kazakistan, Cezayir, Arnavutluk, KKTC, Suriye gibi ülkeleri de zikredebiliriz.

Gerçek şu ki anayasasında laik olduğu yazılı olsa da Türkiye’de hem devlet düzeyinde hem de sosyal yaşam bağlamında dinselleşme hegemonik bir içerikte artış göstermektedir. Politik dil giderek dinselleşmekte ve din istismarına dayanmaktadır. Çoğu devlet töreninde dinsel ritüeller törenin bir parçası haline gelmekte ve laiklik fiilen etkisizleştirilmektedir.

Dinselleşmenin en yoğun olduğu alanlardan biri eğitimdir. Eğitimdeki dinsel derslerin sayısı ve saati geçmişe nazaran son yıllarda birkaç katına çıkmış bulunuyor. Öte yandan İmam Hatip Okulları, Sıbyan Mektepleri ve Kur’an Kurslarında bıktırıcı düzeyde bir dinsel telkin söz konusu. Bu noktada özellikle yeni nesil arasında din karşıtı yönelimler tepkisel bir içerikte bir yükseliş göstermektedir. Anlaşıldığı üzere siyasi iktidarın dindar nesiller projesi başarısızlığa doğru sürüklenmekte ve evdeki hesap çarşıya uymamaktadır.

Dindar nesiller projesinin başarısızlık ihtimalinin artmasının bir diğer nedeni de son dönemde din adına konuşan pek çok kişinin akla ve sosyal gerçekliğe aykırı bir yığın sözde fetvayı toplumun üzerine deyim yerindeyse boca etmesidir.

Gelinen aşamada şu gerçeği de ifade etmeliyiz ki bugün topluma ve gençliğe din diye dayatılan şey, aslında İslam’ın temel referanslarından onay alması mümkün olmayan ve daha ziyade Emevi geleneğini ifade eden bir anlayıştır. Bugün yaşanan ve savunulan İslam, Muhammedî değil Emevi İslam’ıdır. Emevî İslam’ının saltanatçı ve hilafetçi kimliği gerçekte bir tevhid dini olan Muhammedî İslam’a son derece aykırı unsurlar içeriyor.

Emevi İslam’ı kadercidir. Siyasi iktidara tam bir teslimiyeti emreder. Bireyin irade ve hürriyetini sıfırlar. Bunun için de yapay bir biçimde takdir – i ilahî yani kader kavramına yaslanır. Başa gelen bütün yönetsel ve toplumsal sıkıntıların kaynağı olarak Allah’ın takdirini ileri sürer. Böyle olunca da yöneticilerden hesap sorma söz konusu olmaz. Zira bu durumda hesap sorulan yöneticiler de doğrudan doğruya Allah olmaktadır. Nitekim bu yanlış inancı pekiştirmek ve konumlarını sağlamlaştırmak için Muaviye’den beridir saltanatçı ve hilafetçi anlayış, sultanları / halifeleri “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” olarak adlandırır. Aslında bu nevi bir inanış, açıkça tevhid inancına aykırılık içermektedir. Zira tevhid inancında hiç kimse Allah’ın ortağı olmadığı gibi, gölgesi de olamaz. Allah’ın gölgesi olduğunu ileri sürmek aslında ona ortaklık iddiasında bulunmak demektir. Bu noktada “ululemre itaat” ilkesini kendileri için savunma zemini yapmaya çalışan sözde saltanatçı ve hilafetçiler, bilmelidirler ki ululemir’den kasıt sultanlar ve halifeler değil kendi alanında uzmanlaşmış kimselerdir. Bu nedenle itaat edilmesi emredilenler aslında herhangi bir iş konusunda o işin uzmanlarıdır. Bunu siyasi iktidar lehine yorumlamak ayetteki maksadı açıkça çarpıtmaktır.

Saltanatçı ve hilafetçi İslam anlayışının bir diğer patolojik sonucu da İslam’ın bir yığın mezhep, tarikat ve cemaate bölünmesidir. Bu, Kur’an’ın asla onay vermediği apaçık bir sapmadır. Zira Kur’an’da;

Şu dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur ve onların işi Allah’a kalmıştır…” denilmektedir. ( Hayvanlar Bölümü 159. Söz / En’am Suresi 159. Ayet )

Cemaat ve tarikat gibi yapılanmaların Muhammedî İslam’da yeri yoktur. Muhammedî İslam’da sultanlık ve halifelik de yoktur.

Halife kavramı özellikle Muaviye ile birlikte öne çıkmış ve Allah’ın halifesi / Halifet’ullah ifadesi kullanıma sokulmuştur. Oysa evvelce Müslüman toplumun liderine daha ziyade “emir’ül- müminiyn” denilmekteydi.

Bütün dinci propagandaya rağmen toplumdaki dinden uzaklaşma temayülü aslında din diye dayatılan saltanatçılığa, hilafetçiliğe, mezhepçiliğe, cemaatçiliğe, tarikatçılığa, yüzyıllar öncesinin koşullarını yansıtan sözde şer’î yasalara karşı güçlü bir itirazı ifade etmektedir. Bu itirazın daha da yükselmesi lazımdır. Zira cari İslam / reel İslam ne hazin ki insan fıtratına başka bir ifadeyle doğal olana karşı bir zorlamadan ibarettir. Oysa din dediğimiz kurum tabiî olanı, fıtrata münasip olanı korumayı amaçlar. İşte bu bağlamda ifade edelim ki dinin gerçek anlamının esas alındığı yeni bir dinsel yorum, deyim yerindeyse dine küsen kitleleri yeniden dinle barıştıracaktır.

Yeni dinsel yorum İslam’ın tecdididir. Buna güncelleme demek de mümkündür. İslam’ın güncellenmesi yolunu açan en önemli sosyal, siyasal ve kültürel değişim ve dönüşüm de hiç kuşku yok ki Cumhuriyet devrimleridir. Bu devrimlerin doğru tahlili bize göstermektedir ki Müslüman toplumlar saltanatçı, hilafetçi, kaderci, mezhepçi, cemaatçi, tarikatçı dinsel anlayıştan kurtulmalı ve dini yeniden yalnızca Allah’a özgülemelidir. Bu da aslında laikliğin özümsenmesi demektir.

Laikliği dinsizlik olarak takdim etmek isteyenler bilsinler ki İslam’a göre devletin bir dini olamaz. Zira devletin dini yalnızca adalettir. Eğer bir devlet adalete uygun yönetiliyorsa zaten o devlet İslamî bir devlettir. İsterse o devletin yurttaşları ve yöneticileri arasında hiçbir Müslüman bulunmasın. Aynı şekilde bir devletin bütün yöneticileri ve yurttaşları Müslüman olsa da eğer o devlet adalete dayanmıyorsa onun İslam’la hiçbir ilgisi yok demektir.

Cumhuriyet devrimi, saltanat ve hilafeti kaldırarak, tekke ve zaviyeleri kapatarak, şer’î yasaları ilga ederek, aklı özgürleştirmiş, bireyi güçlendirmiş, kulluğu yalnızca Allah’a özgüleyerek dünyevi otoriteye karşı müminleri tevhid anlayışı çerçevesinde doğru bir dinsel yaşama yöneltmiştir.

Bu bağlamda Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti; Emevi Müslümanlığına karşı Muhammedî İslam’ın önünü açan büyük bir devrim gerçekleştirmiştir. Cumhuriyet bir nevi, Hz. Muhammed’in Medine Sözleşmesinin 20. Yüzyıldaki güncellenmiş ve yeniden diriltilmiş hali gibidir.

Muhammedî İslam’da mezheplere, cemaat ve tarikatlara yer yoktur. İşte Atatürk bu gerçeği görerek o meşhur sözünü söylemiştir:

“Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar/mensuplar memleketi olamaz. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”

Bu arada ifade edelim ki ilim ve bilim aynı şeydir. Bazıları farklı sanıyor.

Evet, Muhammedî İslam da hayatta en hakiki mürşidin ilim ve fen olduğunu haykırıyor.

O halde kararlılıkla bir kez daha belirtelim ki, hurafeler, efsaneler kaybedecek, ilim ve fen kazanacak!

Atatürk kazanacak!