İnsanlar kendi diliyle yaratıcısına sığınmak ve ibadet etmekten daha tatmin oluyor.

Orta Asya göçerleri de, İslam’ı kabul ettikleri zamana kadar, kendi dilleriyle ibadet ediyorlardı. Ama İslamlaşma sürecinde bilmedikleri bir dilde ibadet etmek, kutsal kitabı aracılardan öğrenmek zorunda kaldılar. Çünkü dini yayma gerekçesiyle işgallerde bulunan egemen güç; önce Emevi, sonra Abbasi hilafeti devletiydi. Kur’an’ın Arap olan Peygamber’e (as) inişinin Arapça olmasından hareketle, kendi dilini ve kültürünü dayatmış; tercüme ile Arapça bilmeyenlere kolaylık sağlamıyordu.

Oysa bütün dillerin de yaratıcısı olan Allah (cc), Kur’an’da ilk olarak “ikra=oku” diye emretmişti. Okumak için, metni okumak isteyenin dilinde olması gerekiyordu. Ama Hanedan ile Emevi Saltanat Uleması, okuma ve öğretmeyi kendi tekeline almıştı.

Diğer dinler gibi İslam da, egemene ve ezene karşı yoksulu, köleyi, kadını ve çocuğu korumayı amaçlamıştı. Bu da egemenin işine gelmiyordu. Hz. Peygamber’i doğup büyüdüğü topraklardan göç (hicret) etmek zorunda bırakan müşrik Mekke anlayışı; ilk fırsatta İslam’ın halifesiyöneticisi olmuştu. Amel ve sünneti saptırarak İslam’ın haram gördüğü saltanatı kurdular! Mutlak denetimi sağlamak için, Arapça dışında bir dille Kuran okunmasını ve ibadet edilmesini “memnu” gösterdiler.

Çünkü hanedanın saltanatını hile ve zor ile meşrulaştırmak için sapma ve hanedancı saltanat ulemasının denetimi gerekliydi!

Müslümanlık yayılırken, Emevi saltanatı da tilavet ve ibadette Arapça ve Arap usul ve kültürünü gelenekleştirdi.

Orta Asya’nın göçerleri, özellikle kendi dilinde okuma ve ibadette ısrarlıydı. Fakat Hazar Devleti halkının Tengri’ci olmasına rağmen prenslerin (yöneticilerin) Musevi olmaları gibi; boyların yöneticileri de Hilafet’in usul ve kültürlerini benimsemekte gecikmedi. Halkın kendi diliyle Kur’an okuyup ibadet etme ısrarı, egemenlerce önlendi. Ki bu ısrar ve engelleme, süreç içinde kırımlara kadar gidecekti!

Kültür ve geleneklerini yadsımadan diliyle Kur’an okumak ve ibadet etmek, saltanat karşısında Ehlibeyt geleneğine sarılmak; Anadolu topraklarında “Babai kırımı” dramına yol açtı.

Saltanat mensuplarıyla saltanatçı Emevi ulema, yüzyıllarca dini saltanatın kılıcı halinde uyguladılar. Hadisler Kur’an’ın önüne geçirilerek ve Resullah’a mal edilen bir “sünnet” uygulamalarıyla Müslümanlık; Arapça ve Arap kültürü haline getirildi.

Nitekim Anadolu Selçuklu Devleti’nin yazışma dili Farsça, din dili Arapça olur. Osmanlı ise; tamamen “GüneyArap Görüş” doğrultusunda dini uygulamalar gerçekleştirdi. Ne olduğu lingustik tanımlanamayan ve “Osmanlıca” diye adlanan melez bir dil ile kurucu unsurlarına tamamen yabancılaştı.

İran Selçuklu Devleti sultanı Tuğrul Bey devletini kurarken, Abbasi Halife adına hutbe okutarak işe başlar. Ardından yaşlı haifeyi damat edinerek akrabalık gerçekleştirir. Sonra; kendi (Türkmen) geleneğine aykırı olarak, yerine boy bey olduğu Selçuk Bey’in ailesini BizansHırıstiyan sınırı olan Rufa’ya sürgün eder. Süleyman Şah, Malazgirt’ten önce tahta kılıçla Anadolu gönlünü fetheden Abdalan-ı Rum desteğinde İznik’e ulaşarak “Anadolu Rum Prensliği” kurar. Konya merkezli Anadolu Selçuklu Devleti saltanat kurulunca da yozlaşma ve yabancılaşma süreci başlamış. Anadolu Erenleri mürşitliğinde diliyle ibadet ve Kur’an okuma ısrarındaki Türkmenler, saltanatçı Emevi ulema fetvaları ve lejyon askerlerle ezilmiştir.

Devlet olmaktan imparatorluk aşamasına yükselen Osmanlı’da Konya Selçukluların saltanat ve çöküş sürecini tekrarlamıştır!

600 yıllık bir imparatorluğun küllerinden Kurtuluş Savaşı ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğdu. Kuvay-ı Milliye ruhu olan Gazi Mustafa Kemal’in eşitlikçi laik kurgusuyla saltanat kulu olmaktan çıkan halk; icazetsiz olarak kutsal kitabını okuma ve ibadet eme onuruna kavuştu.

Fakat saltanat nimetleri ile imtiyazları elden kaçıran Emevi Saltanat Uleması, bağnaz sultayı ihya etme sinsiliğini sürdürdü, sürdürüyor!

Mevlana Celaleddii Rumi’nin “Şeb-i aruz”u nedeniyle İBB’nın Türkçe Kuran okutması; saltanatçı Emevi ulemanın kazan kaldırmasına yol açtı. Başta Diyanet İşleri Başkanlığı olmak üzere kin kusmaya başladı. Minbere kılıçla çıkarak İslam’ın egemenin dini olduğunu ihsas eden Diyanet İşleri Başkanı; saltanat yaşamı gereği gerçekleri saptırıyor.

Kur’an’ın ilk ayetinin “ikra” olduğunu görmezden geliyor.

İkraoku emri, diliyle okuyup anlamak anlamında olmadığını; ille de halkın kendilerinden öğrenmesini savunuyor.

İbrahim 4. ayeti; “istinasız her peygamberi, kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık açık anlatsın” diyor. “Ben Arap’tanım ama Arap benden değildir” diyen Hz. Peygamber’in kavmi dışındaki kavimlerin kendi diliyle öğrenmelerinin gerekliliğini Diyanet ve ulema bilmiyor mu? Arapça ısrarı, Arap dilini dayatmak değil midir? Kişinin kendi diliyle kendi kutsalını okuyup öğrenmesini önlemek, zalimlik olmuyor mu?

Yusuf 2. ayeti; “anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik” beyanı; başka dillere tercüme etmeye engel mi gösteriyor? Yoksa Saltanatçı Emevi Ulema otoritesinin devamını mı istiyor?

Fusulet 44 peygambere hitapla; “şayet biz onu yabancı dilde okunan bir kit olarak indirseydik, (müşrikler) mutlaka şöyle diyeceklerdi: -Ayetlerin açık açık anlaşılır olmaları gerekmez miydi, bir Arap’a yabancı dilden bir kitap öyle mi” ile Arap kavmi mi, diğer dilli kavimler mi ifade ediliyor?

Duhan 58; “anlayıp düşünsünler diye Kuran’ı senin dilinde kolaylaştırdık” demekle Peygamber dilinde olmayanların diliyle öğrenmemelerini mı kastediyor?

Hz. Musa’nın, Hz. İsa’nın kutsal kitapları tercüme edilmeseydi, egemen veya saltanat yandaşları dışındaki halk nasıl olanak bulup o kitapları içselleştirecek kadar öğrenip kavrardı?

Suara 196 yeti de, bu yüzden; “o Kur’an şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır” diyor.

Onun içindir ki Medine Savunmasının mimarı Selman-ı Farisi, İncil’i Almanca’ya tercüme eden Luter’den 750 yıl önce ve Resül’ün onayı ile Fatiha suresini Farsça’ya tercüme etmiştir.

Onun içindir ki Diyanet Ansiklopedisi bile; “Selma’nın Fatiha suresini Farsca’ya tercüme etiği ve Resullah’ın bunu men etmediğini” belirtiyor.

Onun içindir ki İslam’ın “KuzeyTürkmen Görüşü” mensubu olan İmam Azam (ö.767); Kur’an’ın Arapça dışındaki dillere tercüme edilmesini, o dille okunmasını ve ibadet edilmesini “caiz” görmüştür.

Fakih ve Kelamcı Ahmed en-Nesefi (ö.1301); Şuara suresini iki türlü delil gösterir: 1- “Kur’an Arapça dışında bir dile tercüme edildiğinde o tercüme de aynen Kuran’dır.” 2- “Kuran’ın örneğin Farsça çevirisi ile namaz kılmak caizdir” der (Yaşar Nuri Öztürk, Anadilde ibadet Meselesi, s.96).

Hanefi fakihlerinden Zeylai (ö. 1343); “eski metinler Arapca olmadığına göre Kur’an’ın Arapça metinden okunması şart değildir” der (Y. N. Öztürk, age).

Hırıstiyan devletlerin geliştiği dönemde, “hasta adam” olarak çöküşte olan Osmanlı Devleti de zorunlu olarak XIX. yüzyılda Kur’an’ın okunmasını kabul etmek değişimi göstermiştir. Tanzimat döneminde Kur’an’ın Türkçeye tercümesi başlamıştır.

Ali Süavi, surelerin Türkçeye çevrilebilineceğini açıklıkla savunmuştur (Hilmi Ziya Ülgen, “Çağdaş Düşünce Tarihi”, s. 76). Jön Türkçülerden Cevdet Paşa; “pasajlar halinde” çeviriler yapmış. Osmanlı’da, matbaanın gelişinden 146 yıl sonra, ancak 1874 yılında Kur’an basılabilmiştir (Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma” s.259).

1841’de Tefsir-i Ayintabis, 1865’te Tevsir-i Mevahip, 18175’te Tefsir-i Züptedül Ahtar, 1908’de Tıbyan ve Mevakıp gibi tefsirler yapılmıştır (Sinan Meydan, “Türkçe Kuran Tarihi).

II. Meşrutiyet ile hak ve özgürlükler gibi, Kuran tercümeleri de artmıştır. İçtihat Dergisi’nde Ahmet Cevdet, Sebilürreşit Dergisi’nde Mehmet Akif tercümeler yayınlamış. Mehmet Akif 1914’te İslam Mecmuası’nda Kuran’ın Türkçe tercümesini yayınlamış (Masami Arai, “Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği s. 136). 1921’de de 38 sureye ait 138 ayeti 11921’de tercüme etmiş (S. Meydan, “Vaiz, Öteki Mehmet Akif”).

Tüccarzade Hilmi de 1916’da “Avrupalılaşmak, Felaketimizin esbabı” adlı eseriyle tercümeyi savunmuş: “Buugün milyonlarca Müslüman Allah’ın kendilerine ne emrettiğini, Kur’an’da neler söylenmiş olduğunu bilmiyorlar. Hele biz Türkler, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercüme olmaması yüzünden dinimizin esasını bilmiyoruz” demiştir (Tüccarzade İbrahim Hilmi’nin “Avrupalılaşmak” eserine istinaden Sinan Meydan).

II. Meşrutiyet’ten sonra yayınlan bir Kur’an çevirisi, Şeyhülislam emri ve Meşihat Dairesi’nce toplatılmıştır. “Şeri Yayınlar Teftiş Heyeti” toplatılması için görüş bildirmiş. Sonraki süreçte de böylesi yayınlar “men” edilmiştir. Sultan Vahdettin de 19 Ekim 1921’de gazetelerde ayet ve hadis meallerinin yayınlanmasını yasaklamıştır.

1919 yılında Çağatay lehçesiyle bir tercüme yayınlamıştır (S. Meydan).

Çöken bir imparatorluğun bir genci olan Mustafa Kemal; bir teokratik yapı ile meşihat anlayışı sonucu yıkıma gidişin dramını izlemiş, yaşamıştır. Yeni bir devletin kurulması aşamasında toplumun kendi diliyle Kuran okuma ile ibadetin ve dini teşkilatın önemini iliklerine kadar hissetmiştir. Daha Kurtuluş Savaşı sırasında Konya’da ziyaret ettiği medresede, gençler cephelerde can verirken mollaların yan gelip yatmaları ve yeni ayrıcalıklar talep etmeleri nedeniyle, üzüntülerini ifade etmişti.

Müslümanı cahil bıraktıran, inancı egemenin dini haline getiren uygulamalar içinden gelen Cumhuriyet yönetimini kuranlar; halkın aydınlanma ve uygarlaşmasında dini bağnazlık ile mücadeleyi önemsemiştir. Bu anlamda 1924 yılında Cemil Said, Fransızca’dan çeviriyle Türkçe Kur’an; 1927’de Seyit Süleyman Tevfik ile İsmail Hakkı İzmirli “Tercüme-i Şerife Meali” “yayınlamıştır. Ardından Hüseyin Kazım ve arkadaşları “Nur-ul Beyan” tercümesini; Mehmet Vehbi de “Hülasatü’l Beyan Fi Tefsirli Kur’an” tefsirini hazırlamıştır.

İmparatorluğun bütün sorunlu bölgelerine koşmuş olan Mustafa Kemal Atatürk); dine olan saygısı gereği, yüceltmiştir. Bunun için öncelikle İslam’ın temel amacı gereği, insanların saltanatın ve Saltanatçı Ulema’nın elinden kurtarılmasını sağlamaya amaç edinmiştir. Bu konuda en büyük düşünce yoldaşı; Ziya Gökalp olmuştur:

“Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur

Köylü anlar manasını namazdaki duanın

Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur

Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın…” dizeleriyle uygar insanın inancını yaşamakta dilin önemini vurgulamıştır.

Türkiye’de insanların diliyle dinini ve ibadetini yaşamaları amacıyla, 1925 yılı Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinin görüşmesi sırasında, bir atılım gerçekleşir: Eskişehir mebusu Abdullah Azmi, 53 arkadaşıyla TBMM Başkanlığına bir önerge verir. Kuran tercümesi ile Hadis kitabı Türkçeleştirilmesi için 20 bin lira ödenek konulması talep edilir. TBMM’i ödeneği ve tefsirin Elmalı Hamdi (Yazır)Bey (1878-1942), tercümenin Mehmet Akif (Ersoy)Bey tarafından yapılmasını kararlaştırır.

Diyanet İşleri Başkanlığı, 26 Ekim 1925’de anlaşma imzalar. Her birine 1000 lirası peşin olmak üzere 6000 lira verilmesi kabul edilir (Zabıt Ceridesi).

Elmalı Hamdi Bey, 9 ciltlik “Hak Dini Kuran Dili” tefsirini hazırlar. 1935-1938 tarihlerinde tamamlar.

Mehmet Akif Bey, 1926’da Mısır’da Kuran çevirisine başlar. Ancak yeterliliğinden emin olmaz. Çeviriyi TBMM’e teslim etmez.

Ahmet Naim () ile Kamil Miras (1874-1957) 12 ciltlik “Sahih-i Buhari Muhtasarlı Tecdid-i Sarih Tercümesi” kitabını hazırlarlar.

Kurtarıcı ve kurucu irade; Kurtuluş Savaşı başararak çağdaş doğrultulu bir devlet kurma heyecan ve idealizmi içinde dini sahada gelişmeler sağlar. Kur’an, “medrese ile ulema elinden kurtarılır.” 1932 yılında hutbeler ile Ezan da Türkçeleştirilir. 1933 yılından 1950’ye kadar 17 yıl ezan Türkçe okunur.

(Mithat Sertoğlu’nun Nisan 1963 tarihli Tarih Mecmuası’nda yazdığına göre, Kur’an 102 den fazla dile tercüme edilmiştir).

Fakat imtiyazların tadını unutamayan Saltanatçı Emevi Ulema; kaybetmiş olduğu çıkar ve olanaklara ulaşmak için halkı “bende” yapmak, devletin temellerini örselemek ihanetini sürdürmekten vazgeçmedi, vazgeçmiyor!