Öncelikle bütün samimi dindarların bayramını kutlar, sağlık, esenlik ve barış getirmesini dilerim.

Sonra; devlet ve hükümet kavramını ayırmaya çalışayım.

Devlet; ırkı, dili, dini rengi ne olursa olsun bütün yurttaşların güvenlik ve esenliğini sağlamak amaçlı bir organizasyondur. Bir mekanizmadır.

Devlet organizasyonu, hanedanlıklar tarafından yönetilmiş; adına firavunluk, krallık, padişahlık vs denmiş.

Hanedanlık, yönetme işini aristokrat ve burjuva sınıfı ile kısmen ortaklaşarak yönetmek zorunda kalınca; adına meşrutiyet denmiş.

Hanedanlık ve aristokratlarla burjuva sınıfı, toplumun diğer katmanlarını da yönetime ortak etmeye başlamasıyla demokrasi olgu ve sistemi ortaya çıkmıştır.

Her aşamada devleti yönetenler; kendi yönetimlerini mutlak kılmak için, halkın aleyhine gayrimeşru iş ve işlemlerde bulunmuşlardır. Ne yazık ki bunun devlet adına yapıldığı algısı yaratılmış “Derin devlet” yapılanması denmiştir.

Oysa bu; devleti elde bulundurmak isteyen yönetim gurubu olan hükümetin kurduğu gayri meşru ve gizli bir yönetim sistemdir. Mafya ve çeteleşme ile yasaları ekarte etmek, yurttaşı sindirmek, bir egemen yönetim kurmak kötü niyetidir.

Bu nedenle şair; “devlet çarkını bir har da olsa döndürür” diye hiciv etmiştir.

Eski deyimle “avam” denilen emekçi halkın, kurulu kumpasları kavramaması ve aleyhine kurulan sistemi fark etmemesi için; yönetenler dini-maneviyatı kullanmış, kullanıyor! Din, tavuğa atılan ipli hamur gibi kullanılıyor. Yoksulluğunu maneviyatla gidererek onursuz olmamaya çalışan halk, profesyonel yöneticiler tarafından din ile istismar edilerek oyu alınıyor. Demokrasi ölçütü olan “seçim sandığı,” oy verenleri boğazından yakalayan hamurlu ip haline konuyor!

Bunca ihtiraslı yöneticiler, halkı devlete düşman etme senaryoları uyguluyor. Hükümet erkini elde bulunduranlar, “çete” veya “mafya” denilen yapılarla halkı korkutup sindirerek teslim alıyor. Aleniyette de buna “derin devlet” diyerek kendisini aklıyor.

Bu durumun fark edilmemesi için din adamları veya hamaset vaazlarıyla cehalet kutsanıyor!

Nitekim saltanat uleması, cahilin ferasetini övüyor. Milyarlık otomobile binen Diyanet İşleri Başkanı bile; hiç üzüntü duymadan, “yoksulluk fakirin imtihanıdır” diyor. Ekranların değişmez altmışlık hocası; kızı yaşındaki eşiyle süper sosyetik görüntüler vererek, yoksulluğa sabrın cennet yolunu açtığını söylüyor.

Ayasofya’da elde kılıçla mebedin minberine çıkan zat; halkı kula kul olmaktan çıkaran kurtarıcıya lanet okuyor. Sevgi ve barış öğretisi olan Muhammedi inancı; sevgi ve barış aleyhine yönlendiriyor! Halk işsizlik, yoksulluk ve covit nedeniyle bunalım yaşarken; hazineyi talan eden yatırımları, astronomik maaşları, İngiltere adaleti ve döviz güvenceli ihaleleri, Kanal İstanbul gibi bir soygun yatırımı haklı gösteren vaaz ve telkinlerde bulunuyor.

Görülen o ki “derin devlet” denilen kavram; aslında devlet yönetimini elden bırakmak istemeyenlerin silahlı veya dinci çeteler ile halkı kandırmak, sindirmek ve muti etmek için kurdukları tuzak demek oluyor! İlahiyatçılar da o hukuksuzluklara fetva veriyor!

Ama Pandora’nın Kutusu da açılmış oldu.

Organize suç örgütü liderlerinin mektupları ve videoları ile “marinaya çökme” oyunları vs ortalığa saçıldı.

Peki son bir yılda bu olanlar ne anlama geliyor?

Organize Suç Örgütleri” olarak ifade edilen, halkın söylemiyle “mafya” denilen örgüt liderleri; gündem oluşturuyor.

Önce eşini bile katleden, sonra, çeşitli suçlar nedeniyle hapis olan biri (Alaattin Çakıcı), hükümet ortağı olan bir siyasi lider (D. Bahçeli) tarafından kutsandı. Hükümet, onun için sınırlı bir af çıkardı; serbest bıraktı. Daha cezaevinde iken çeşitli siyasi liderlere yaptığı gibi, ana muhalefet liderini sosyal medyada yayınladığı mektuplarla tehdit etti. Bundan sonra çıkarılan af ile adeta sırtı sıvazlandı. İktidar ortağı siyasi lider, “dava arkadaşım” diye tanıtıldı.

Şimdi de iktidar partisi için mitingler düzenleyerek oy isteyen, muhalefete “kanlarınızla duş yaparız” tehditi savuran biri (Sedat Peker) gündemi işgal ediyor. Bir yıl önce resmi görevliler tarafından düzenlenen pasaportla yurt dışına çıkması sağlanmış. Nedense, bir yıl sonra “mafya mensubu suçlu” olarak aranmaya başlandı. Yurt dışında olduğu bilinmesine rağmen, evi aranarak yakalanmaya çalışıldı.

Bunun üzerine “organize suç örgütü” lideri, sosyal medyada peş peşe yayımladığı vidolar ile iktidar mensuplarını sallamaya başladı.

Susurluk” olayı ile mafya-siyasetçi-emniyet üçlü beraberliğinin ortaya çıkması gibi; yeni bir üçlü ilişki ortaya çıkmış oldu.

Hükümet mensupları, şimdiye kadar sadece top çeviriyor! İçişleri Bakanı, organize suç örgütü lideri yerine ana muhalefet liderini hedef aldı!

Adamlar hükümet veya yasalardan çekinmiyor. Amiyane deyimle kimseyi takmıyorlar.

Bunca cüretkarlık; devleti yönetenlerin ikballeri için “mafya veya organize suç” mensubu kimseleri kirli işlerinde kullanmış olmasından kaynaklanıyor!

Nitekim Susurluk döneminin emniyetçisi (sonranın içişleri Bakanı ve parti genel başkanı)

Mehmet Ağar dahil; sabıkalar ortaya koyuyor. Organize suç örgütü liderinin videolu suçlamalarına bir diğeri; “biz olmasak buraya (Gurbanoğlu’nun Yalıkavak yat limanı) çökeceklerdi” söylemiyle yanıt verdi. “Merliğini söylerken sırğatını ifşa eder” gibi!

Siyaset ve hükümet mensuplarının özel kararlarla böylesi “mafya” mensuplarını kirli işlerde kullanmaları, devletin suçlanması sonucunu getirmiş. Devlet içindeki çeteler; karanlık uygulamalarıyla “derin devlet” söylem ve kanısına yol açmıştır. Oysa bu bir “”hükümet derinliğidir. Siyasetçi, mafya, organize suç örgütü beraberliğinin ifadesidir. O nedenle bu tür ilişkilerin sürdürülmesi için devlet yönetiminin şeffaflaşmasını, demokratikleşmesini engellemekteler.

Eski İçişleri Bakanlarından Saadettin Tantan İle eski emniyet müdürlerinden ve Avukat Serdar Adil Seçen’in belirttiği gibi; siyasetçiyle emniyetçinin yardımı olmadan mafya-çete örgütleri yaşar mı?

Bugüne kadar olanlara neden olarak “vesayet” diyenler; bu olanlara ne diyecektir?

Azeri kökenli iş adamının marinasına çökmeyi engelleme adına çökülmüş olması nasıl izah edilecektir?

*******

Dini bayram nedeniyle üzerinde durulması gereken önemli bir konu da; aracı olan kılıç silahıyhla, bir mabedin minberine çıkılmasıdır.

İslam; bir barış ve mazluma sahip çıkma dinidir. Kölelerin, çocukların ve kadınların hak ve özgürlüklerini sağlamak ve korumak inancıdır. Zenginlikle yoksulun, güçlünün güçsüzü, zalimin insanları ezmesini önlemeyi amaç edinmiş bir Muhammedi öğretidir.

Bu nedenle İslam mabedi; her türlü zenginlik alametinden uzak mütevazi bir mekandır. Dahası; kainatın bütünüyle İslam mabedi olarak buyrulmuştur. Görkemi, alameti ve otoritesi ile yoksulu ürküten bir yapı “Allah’ın Evi” kabul edilmezdir. O nedenle Hz. Ebubekir’in oğlu Abdullah; Muaviye’nin bir kiliseyi İslam mabedine çevirmesini; “Kayzerleşme” olarak nitelemiş. Ebu-z-Zer de saray yapan Muaviye’ye; “paran ile yaptın ise israftır, devlet parasıyla yaptın ise haramdır” demiş.

Böyle bir inancın temsilcisi kabul edilen Türkiye diyanet İşleri Başkanı; bir İslam mabedinin minderine kılıç ile çıkmaktan sakınca görmüyor. Allah diyerek din savaşları yapan saltanatçılardan; Allah-ü Ekber diyerek müminlerin boyunlarını vuran IŞİD teröristlerinden ne farkı oluyor.

İslam dininin barış dini olmasına aykırı değil midir?

Kılıç bir savaş ve şiddet silahı değil midir?

Fatih Sultan Mehmet’in “kılıç hakkı” denilerek İslam mabedine nasıl kılıç çıkarılabilir? Fatih; bir din adamı olarak değil; bir devlet yöneticisi olarak verdiği savaşın ganimeti olarak “kılıç hakkı” ifadesinde bulunabilir. Fakat gerçek bir imam, “kılıç hakkı” diye bir haktan söz edemez. Zalimlik ve şiddet ile sevgi ve barış yan yana gelen kavramlar değildir.

Kılıç gibi bir öldürme, kavga ve şiddet aracı ile İslam’ın rahmaniliğini bağdaştıramaz!

Hz. Muhammed (sa) bir dirhem miras bırakmama hikmetini bile anlamamış olan Diyanet İşleri Başkanı, milyonluk lüks araçla seyahattan, saray gibi binalardan vaz geçmiyor. Ama fakirliğin yoksulun imtihanı olduğunu söylüyor.

Sunni bir şehit ile Alevi bir şehidin cenazelerinde bile ayırım yapıyor!

Diliyle ibadet etmek isteyen Baba İlyas ve taraftarlarının katlini caiz gören Selçuklu Sadettin Köpek anlayışını sergiliyor!

Siyaset değirmenine su taşıyor!

Bu anlayışın barış ve sevgi dini olan İslam ile bağdaşırlığı olabilir mi?

*******

Yeni moda, Filistin’e sahip çıkma ikiyüzlülüğüdür.

İsrail’in Mescid-i Aksa’yı basması, 130’u aşan ölün olması; mabede ve insan haklarına saygısı olan bütün insanların tepkisine yol açtı. Hükümetimiz ise; sadece dindaşlığı öne sürerek tepki gösteriyor. İç politika için, Covit’e rağmen bindirilmiş kıtalar ile miting şeklinde

Tıpkı Marmara Gemisi olayında olduğu gibi, ya da Mısır Başkanı için gıyabi cenaze namazı kılınması gibi!.

Mescid’i Aksa, bir mabettir. Bütün mabetlere saygı duyulur. Silahtan, çatışmadan, savaştan uzak tutulur. En ilkel dönemlerden beri her zaman mabetlere saygı duyulmuş. Oralara sığınanlara el kaldırılmamıştır. Bu nedenle Mesid-i Aksa’ya gösterilen saygısızlık kabul edilmezdir. Aynı şekilde; Ayasofya Camii’ne kılıç ile girmek de kabul edilmezdir.

Türkiye’nin konuyu hem “mabede saygı” ve hem de “mazlumlara yöneltilmiş zalimliği” ayırarak tepki göstermesi gerekir. Fakat hükümet; Filistinliler diyerek özde Hamas’a sahip çıkıyor. İşin özünü bilerek ıskalıyor!

İsrail; Hz. Musa’dan beri “Dicle’den Ni’le vaat edilmiş topraklara” sahiplenme stratejisi güdüyor. Nitekim “Babil Sürgünü”nden sonra dünyanı çeşitli yerlerine dağılan ve “diaspora” olarak bilinen Yahudi siyaseti; yeniden o topraklara sahip çıkma için çalışmıştır. Siyonist örgütlenmeyle de bu ütopyayı kısmen gerçekleştirmiş; bunun şımarıklığı ve taşkınlığını yaşamaktadır.

Yahudilerin Musa Peygamber döneminde “Kenan, Kadeş” olarak andığı Filistin; 1917’lere kadar Osmanlı toprağı idi. Birinci Dünya Savaşı ile tasfiye edilen Osmanlı çekildiğinde, İngilizler 1947 yılına kadar Filistin’e egemen oldu. O sırada 50 bin kadar Yahudi nüfus vardı.

Diaspora ve Siyonizm çalışmaları sonunda BM ile ABD, Filistin topraklarının dörtte birini Yahudilere verdi. Filistinliler ile Araplar itiraz etti. Kısa zamanda göçlerle Yahudi nüfus 650 bine yükseldi. 1946’da kurulan İsrail Devleti, 1847’de ABD desteğinde Filistinliler ile Araplara savaş ilan etti.

Sekiz yıl sonra, İngiltere ve Fransa desteğiyle Süveyş Kanalı’nı millileştirdi.

Aynı yıl Fransa, İsrail’e “nükleer reaktör” kurdu.

Artık İsrail; Babil Kralı Nabukadnezar’ın yok ettiği Büyük İsrail devleti ütopyasını gerçekleştirme stratejisi uygulamaya başladı. Nil’den Fırat’a kadar “vaat edilmiş topraklar” edilmiş Ortadoğu’ya sahip olacaktı!

1967 yılında savaş ilan ederek Suriye’den Golan bölgesini, Ürdün’den Batı Şeria’yı, Filistin’den Gazze’yi ve Mısır’dan Sina yarımadasını topraklarına kattı.

1973’de Suriye ve Mısır’a savaş açtı. Onları yitirdiği topraklarını geri istemeye pişman etti.

1982’de birçok kez saldırdığı Lübnan’ın topraklarına girerek Başkent Beyrut’a kadar ilerledi.

Bugün itibarıyla dünyanın çeşitli yerlerinden göç ederek gelenlerle İsrail nüfusu, 7.5 milyon olmuştur. Bunun bir milyonu Rusya’dan, 150 bini Türkiye’den göç edenlerdir.

Gelen göçmenlere yer bulmak için, sürekli savaş çıkarmaktadır. Öncelikle Filistin’e saldırmaktadır. Son Mescid-i Aksa olayı da, Kudüs’teki Filistin mahallesini tahliye etmesi nedeniyle patlak verdi. Evlerinden kovulan Filistinliler, mabede sığınarak direnmeye çalıştılar. İsrail askerleri mabedi basıp şiddet uygulayarak Filistinlileri tahliye etmek istiyor. Filistin Yönetimini elinde bulunduran Hamas ise; füzelerle cevap veriyor.

Hem Hamas ve hem de İsrail hükümetlerinin seçim atmosferi içine girmiş olması ise; düğümü çözümsüz kılan bir başka faktördür.

AKP Hükümeti ise, iç siyasette sıkışmışlığını gidermek, gündem değiştirmek türü söylem ve saman alevi türü gösteriler ile puan kazanmak istiyor gibidir! Irak, Libya, Mısır, Yemen ve Suriye’ye kan ve gözyaşı getiren Arap Baharı sürecinde ABD ve müttefiklerine verdiği desteğin nelere mal olduğunun anlaşılmaması için çalışıyor!