Türkiye, Ocak ayında çok sayıda büyük acılar yaşadı.

Sonuncusu; 24 Ocak 2020’de Elazığ-Malatya sınır bölgesinde meydana gelem 6.8’lik depremdir. Dün itibarıyla yaşamını yitirenlerin sayısı 41, yaralıların sayısı 1607’dir.

Başta Elazığ ve Malatya olmak üzere Türkiye’ye başsağlığı diliyorum. Bu dünyadan geçenlere rahmet, yaralılara geçmiş olsun dileklerimi sunarım.

 Deprem kadar bir diğer acı; düzenlenen suikastlarla birçok yurtsever aydının yaşamını yitirmeleridir. Örneğin;

24 Ocak 1980’de ilan edilen “ekonomik kararlar” ile dar gelirli yurttaşlarımızın yaşamları karartıldı. Vahşi kapitalizmin doymaz iştahı uğruna 12 Eylül darbesi gerçekleştirilerek demokrasi katledildi, birçok genç yaşamını yitirdi. Demokrat kimseler işkence gördü.

31 Ocak 1990 tarihinde Atatürkçü Düşünce Derneği kurucusu ve başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy, evine giderken uğradığı suikast sonucu şehit oldu.

24 Ocak 1993 günü gazeteci Uğur Mumcu, evinin kapısında park edilmiş otomobiline yerleştirilmiş patlayıcı ile paramparça edildi.

8 Ocak 1996 günü gazeteci Metin Göktepe faili meçhul şekilde katledildi.

19 Ocak 2007 günü gazeteci Hrant Dink, gazete binasının girişinde kalleşçe sıkılan bir kurşunla yaşamdan koparıldı.

Bugün itibarıyla rahmet dilemekten ve faillerinin bulunmasını temenni etmekten başka bir şey gelmiyor elden!      

 KADER; DEPREM Mİ YOKSA KÖTÜ YÖNETİCİLER Mİ?

1999 yılında yaşanan Adapazarı-Gölcük-Yalova depreminden beri yer bilimciler; İstanbul’da büyük (7.5 üstü) bir deprem beklendiğini haykırıyorlar. Özellikle Kuzey ve Güney Anadolu Fay hatlarının hareketine dikkat çekmekte; acil önlemler alınması gereğini önermekteler.

Kuşkusuz deprem, yaşamın bir gerçeğidir. Aklını kullanan toplumlar, bu gerçeğin ışığında yapılaşmasını gerçekleştirir. Nitekim depremlerle yatıp kalkan Japonya’da yaşana büyük (7,5-9) depremlere rağmen bizdeki gibi yıkım ve can yitimi yaşamıyor.

Ülkemizde ise; deprem oluştuğunda bürokrat ve özellikle siyasi yöneticiler popülizm yarışına çıkar; lehlerine algı oluşturarak geçiştirirler. Binaların depreme dirençli hale getirme yerine, rant anlamlı projelerle hem halkı oyalar ve hem de maddi çıkar teminine çalışır.

Örneğin 1999 depreminin yaralarının sarılması için bir defaya mahsusu olmak üzere “deprem vergisi” kondu. Sonraki hükümetler, bu vergiyi kalıcı kıldı. Bu yolla 1999’dan beri toplanan deprem vergisi ile bütün binaların depreme dayanaklı hale getirilmesi gerekirdi.

Deprem oluştuğunda, depremzedelerin iaşe ve ibade olacakları alanların düzenlenecek, her türlü insani ihtiyaç karşılanacak hazırlığı yapılacaktı.

Son olay, bunun lafta kaldığını gösterdi.

Çünkü siyasi iktidar, “dar’ül harp” anlayışıyla deprem vergisi ile oluşan fon dâhil, bütün mali varlığı hiçbir üretim değeri olmayan betoni yatırımlara yatırdı. Yandaş müteahhitler ile sınıf atladı. Sabık ekonomiden sorumlu bakan, deprem vergisi gelirinin yol yapımı için harcandığını itiraf etti.

Elazığ depremi meydana gelince, siyasiler deprem bölgesine parti sempatisi arttırıcı çıkarma yaptı. Ballı maaşlar ile Boğaz manzaralı ve dolarla kiralanmış ofiste Kızılay‘ı yöneten yönetim kurulu başkanı, SMS’lerle 10 liralar devşirmeye kalıştı. Hem AKP Genel Başkanı ve hem Cumhurbaşkanı olan R T Erdoğan, 1999’dan beri tahsil edilen deprem vergilerinin nerede olduğunu soranları, “hain ve ahlaksız” olarak tanımladı. Dışişleri Bakanı tehditler savurdu. Üçü bir arada ekranlara yerleşen bakanların basın açıklaması sırasında vali de “iyi bir algı” oluşturduklarını ifade etti! Yoksulluğa isyan edilmemesini telkin eden ulemanın başı olan Diyanet İşleri Başkanı, depremzedeleri “şehit” olarak ilan etti. Büyük bir acını yaşandığı zamanda bile, yardıma koşan bir siyasi parti mensupları resmen ret edilerek yeni bir ötekileşme gerçekleştirildi!

Her dönemde Türk halkı, bütün kötü yönetimlere rağmen yardımlaşma ve dayanışma duygusundan uzaklaşmadı. Özellikle belediyelerin öncülüğünde deprem bölgesine yardım seferberliğine girişti. Deprem acısı ve kışın ayazı karşısında direnen yurttaşların yardımına koşuyor.

Siyasi yönetim, “ihvan” sevdasıyla saplandığı Ortadoğu bataklığından Türkiye’ye taşıdığı Suriyelileri beslerken, müteahhitlere verdiği garantilerle maliyeyi çökertirken; deprem riskine önlemler geliştirme yerine adıyla müsemma “Kanal İstanbul” deli projesine başlama inadı içine girmiştir!

DİN VE DEVLET NE İÇİNDİR?

Halkın özgürlükleri ile can ve mal güvenliğinin sağlanması içi devlete gereksinim vardır. Devletin var olması, toplumsal sözleşmeyle gerçekleşir. İnançlar(veya dinler), milliyet ve dil ile birlikte toplumsal sözleşmeyi gerçekleştiren ruhu, kurallar birliğini oluşturur.

Toplumsal sözleşme (hukuk veya anayasa) kurallarının gerçekleşmesini sağlayamayan bir güç olarak devlet, yok olmuş demektir.

Koruyucu güç olan devleti temsil eden hükümet, kuralları işine geldiği gibi uygulamaya kalkarsa, keyfilik başlar ve adalet bozulur. Din uleması da bu bozuk gidişata olumlu fetva verirse, dini tartışılır kılar.

O nedenledir ki Diyanet Başkanlığının siyasi iktidarı mazur gösterir fetvaları; dini bir yönetimin ideolojisi olarak tanıtlaması; deprem acısı yaşayanları bile dinden çıkarır.

Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı; kurumsal olarak “beşik uleması” anlayış ve özlemi içindedir. İnançların evrimi adlı eserimle vurguladığım Saltanatçı Emevi Ulema; saltanattan çıkar edinme uğruna, Muhammedi anlayışa aykırı olarak yoksullara kaderciliği telkin etmekte; yetersiz ve yanlış iktidarları mazur göstermektedir. Deprem sürecindeki tavrı, bunu kanıtlamaktadır.

Bilmeyenler için yinelersek: Benim Saltanatçı Emevi Ulema diye tanımladığım din adamları, Osmanlı Hilafeti dönemindeki Beşik Uleması olan kesimdir. Askerlik ve vergiden muaf olan bu adamlar, ölünceye kadar devletten maaş alır. Daha göbek bağı düşmemiş oğullarına bile aynı maaş bağlanır. Baba maaşı, miras olarak devam eder. Bir şeyhülislamın doğmamış çocuğu, şeyhülislam olurdu. Nitekim XVII. Yüzyıldaki 30 şeyhülislamın 13’ü şeyhülislam oğludur. 9’unun babası ulema,3’ünün babası saray rütbeli,1’nin babası tarikat şeyhi ve ancak 4’nün babası halk çocuğudur.

Saltanatçı Emevi Uleması, diğer söylemle Beşik Uleması başı olan Şeyhülislam; gerçek din ve vicdanda rahatsızlık veren konuları; rahatsızlık veren gücün (devlet veya iktidarın) isteği doğrultusunda yorumlar tefsir eder).

Günümüz ulemasının laik Cumhuriyet düşmanlığının etimolojisi bu geçmişten kaynaklanır!

Çünkü Cumhuriyet, “kayırmacılığın kalesi beşik ulemasını tarihin utanç sayfalarına gömdü.” Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), daha Çanakkale Savaşı sırasında Beşik Uleması ile bilim insanının farkını görmüştü: Cepheden yaralananların nakledildiği “Sıhhiye”deki doktor Nusret’in davranışına tanık olmuştu. İç organları dışarı taşmış, kolu-bacağı kopmuş yaralılar arasında getirilen oğlunun umutsuz vaka olduğunu saptayıp vakit kaybetmemek için “kaldırın bunu” diye emir vermesini hayretle izlemişti. Can çekişmekte olan oğluna iğne yapmanın faydasızlığını gören Dr. Nusret, umutlu vakalara müdahaleye öncelik vermiş. Az sonra şehadete ulaşan oğlunun başına gidip,” beni affet oğlum, o morfin senin hakkın değildi” der.

Böyle bir yürek, ancak iyi eğitim ve yüksek vicdanla devlet adamlığında görülür. Devletin bu kayırmacı ve imtiyazlı sınıftan (beşik ulemadan) arındırılması zorunluk olmuştur…