“Hem suçlu hem güçlü” diye bir anonim deyiş vardır. Tam da zamanımızı tanımlar.

Nasıl mı?

Eski (26.) Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ; “Türkiye Cumhuriyeti’nde Güç Odaklarının Mücadelesi 1961-1980” adlı bir tarihsel kitap yazmış. Bunun tanıtımı anlamında Cumhuriyet Gazetesi muhabirine bir röportaj verdi. Yöneltilen soruya, kitabın 18. sayfasında darbelerin demokrasiye verdiği zararları yineleyen değerlendirmelerle yanıt verdi.

Hükümet çevreleri ile yandaş basın kıyameti kopardı; “bir kaşık suda” fırtınalar koparttı. Akıl almaz senaryolar yazmaya, olmadık suçlamalarda bulunmaya başladı. Darbe planlaması yapıldığı öne sürülmeye başlandı.

Aslında şuuraltı korku ve kompleksler açığa vuruldu.

Demagoji ile ekonomik ve dış politika da düşülen açmazları gizlemek gündemi değiştirmek için her şey mübah görüldü. “Cambaza bak” demenin kurnazlığı sergileniyor.

Şuuraltı korku ve kompleks; tee 3 Ekim 2002 seçimi öncesinden geliyor:

Birincisi; gazeteci İsmet Berkan; seçim favorisi gösterilen AKP Genel Başkanı Recep T. Erdoğan ve Genel Sekreter Hüseyin Çelik ile görüşmesi döneminde başlamıştır.

Berkan, 2002 yılındaki görüşmede, AKP’nin iktidara gelecek favori olduğunu söylemiş. Hüseyin Çelik’in verdiği cevabı da, 10 yıl önce yazdığı “Asker Bize İktidar verir mi” kitabın adı yapmıştır.

Kitapta vurgulanana göre Hüseyin Çelik; “seçim kazanılır, ama asker bize iktidarı verir mi” sorusuyla yanıt vermiştir. Recep T. Erdoğan ise; “bence de” diyerek H. Çelik’e katılmıştır.

İkincisi; bu kaygının haklı nedenidir. Çünkü o sırada Recep T. Erdoğan siyasal yasaklıdır. Anayasa Mahkemesi; AKP’ni “şeriatın odağı” olarak tanımlamış ve bu nedenle siyasi partilere yapılan yardımdan mahrum bırakılmasını niteliksiz çoğunlukla kararlaştırmıştı. Kapatılmaktan da Mahkeme Başkanının oyu ile kurtulmuştu.

Kasım 2002’de %34 oy ile TBMM’nin %60 çoğunluğunu alıp hükümet olduğunda; o psikoloji içinde “paralel devlet yapısı” organizasyon içindeki “F. Gülen” ve “Cemaat” ile ortaklık kurdu. Aynı hedefe, aynı yağmur altında ve aynı yolda yürümeye başladı. Dikeni, ortak eliyle çıkarmayı rutin uygulama yaptı.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın omuz vermesiyle Recep T. Erdoğan’ın siyasi yasağı kaldırılıp milletvekili ve ardından Başbakan olmasından itibaren kılıcı önlü arkalı kesmeye başladı.

Milli Güvenlik Kurulu’nda Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı A. Gül’ün gayretiyle “sızma” personelin TSK’dan tard edilmesi, sonraki aşamada da YAŞ kararlarıyla terfihen yükselmesi önü açılmaya, laik ve Atatürkçü subayların önü (Ergenekon, Kumpas, Casusuluk vb davalar ile) tıkatılmaya başlandı. Bürokrasi, emniyet ve adalette partili-cemaatçi yapılanma gerçekleştirildi.

Üst üste seçimler kazanmanın verdiği cüretle; “demokrasi bir tramvaydır; istasyona varılınca inilir” açıklamasıyla; alenen “dava” ve “amaç” ortaya konmaya başlandı.

Seçim kazanma maymuncuğu olarak gerilim ve ötekileştirme politikası uygulanmaya devam edildi. “Ustalık” döneminde devletin mahremi (kozmik oda) faş edildi.

Fakat özgüvenin tavan yaptığı bu aşamada, ortaklar arasına “17-25 Aralık” paylaşım anlaşmazlığı girdi. Vuslatı sona erdirme özlem ve dilekleri ile “dön” çağrıların yükseldiği dönemde, Pennsylvania tamahkarlığı hayal kırıklığı yarattı.

Neyse ki şuuraltındaki fobi; “Allah’ın lütfu” olan “15 Temmuz” darbesi davul zurnayla geliverdi. “Olağanüstü hal” koşullarında ve KHK ile referandum gerçekleştirildi. Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu Hakim ve Savcılar Kuruluna dönüştürülerek adliye adeta saraya bağlandı. Yüksek Seçim Kurulu; “atı alan Üsküdar’ı geçti” aracı yapıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2600 yıllık geleneksel yapısı paramparça yapıldı. Askerlik bile yapmamış Milli Güvenlik Kurulu üyeleri ile yüksek rütbeli asker terfihleri gerçekleştirildi. FETÖPDY terörizmiyle mücadele sürecinde; tasfiye edilmemiş muhalifler temizliğine de özen gösterildi.

Ne yazık ki evdeki hesap çarşıya uymuyordu. 19 yıllık iktidar döneminde ülke; “beton ekonomisi” sonucu krize sokulmuştu. Dış politikada iflasın eşiğine gelinmişti. Ege adaları ile Doğu Akdeniz’de Yunan politikası karşısında açmazlar yaşanıyordu. Halk işsizlik ve açlıkla karşı kaşıya gelmişti. “Covid-19” da tuz biber ekmişti. “Esed” düşmanlarını ve 5 milyona tırmanan sığınmacıları finanse etme inadı ile yurttaşların sabrı taşmıştı. Anketler, hükümetin gidici olduğunu gösteriyordu.

Zevahiri kurtarmak, uzaklaşan tabanı konsolide etmek, acilen gündem değiştirmek gerekiyordu.

Tam da bu aşamada, eski bakanlardan Fikri Sağlar türban, eski Genelkurmay Başkanı darbe konusundaki demeçlerle imdada yetiştiler.

Gerilim politikası ve popülizmi ilkeleştirmiş AKP; gökte aradığı fırsatı yerde buluverdi. Dağılıp uzaklaşmakta olan seçmenini toparlamak için gerilim ve ajitasyona başladı: 81 il teşkilatının İlker Başbuğ, Fikri Sağlar ve Can ataklı için “darbe iması, halkı tahrik etmek, kin ve nefret duygusu yaratmak” gerekçesiyle suç duyurusunda bulunma talimatı verdi.

Sanki halkı ayrıştıran, “dindar ve kindar nesil” yetiştirmek isteyen, başkalarıymış! “Hem suçlu, hem güçlü olmak” atasözü ispat edilir gibi.

***

Fikri Sağlar, muhabirin sorusu üzerine; “… kılık kıyafette herkes özgürdür, ama bazı görevlerde bulunanlar, yanlış kanaatlere yol açabilirler. Örneğin ben türbanlı bir hakim karşısında adil yargılanacağımdan kaygı duyarım…” anlamında açıklamada bulunmuş.

TSK mensuplarının kumpaslarla Silivri zindanına atıldığı, Kozmik odaya girildiği, Anayasa Mahkemesi kararına aykırı şekilde askerler sivil mahkemelerde yargılandığı vb olaylar karşısında edilgin kaldığı halde Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ; “terör örgütü başı” iftirasıyla 2 yıl 2 ay süreyle Silivri’ye konmaktan kurtulamamıştı.

Daha sonra da; “faili meçhuller üzerimizde kalmasın” çekingenliğiyle edilginliğin nedenini açıklamıştı.

Şimdi ise; emekli haliyle AKP’ye darbe planlamakla suçlanıyor.

İnsan aklıyla adeta dalga geçiliyor.

Kargaları bile güldüren iddialar öne sürülüyor.

19 yıllık iktidarın mağrurluğu içinde, yeniden mağduriyet ve türban istismarı taktiğine başvuruyor.

Başbuğ; Cumhuriyet Gazetesi muhabirine “Türkiye Cumhuriyeti’nde Güç Savaşları, 1961-1980” adlı tarih özellikli kitabı ile ilgili röportaj vermiş. Darbelerin demokrasiye verdiği zararları vurguladığı kitabının 18. Sayfasına atıf yapmıştı: “… 27 Mayıs olmasaydı Türkiye belki de bugün demokrasi sorunlarının çoğunu çözmüş olur; siyasi olarak birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış ve bölünmüş bir toplumsal yapıya dönüşmezdi. Türk demokrasisinin üzerinde yıkıcı tesirlerin başlangıcı yaşanmazdı…” demişti.

Bu ifade, darbelerin olumsuzluğunu ifade ediyordu.

Bunları söyleyen bir kimse, nasıl darbeci olabilirdi?

Oysa Rahmetli Adnan Menderes;

. “Tahkikat Komisyonu” kurup bağımsız mahkemelerin görevini üstlenme sivil darbesi yapmasaydı 27 Mayıs’a giden yol açılır mıydı?

. “Orduyu yedek subaylarla da idare ederim” demeseydi, zamanın Genelkurmay Başkanı r. Erdelhun Başbakan paltosunu tutan konuma düşürülmeseydi, 27 Mayıs yol bulur muydu?

. Siyaset dışında kalmaya koşullanıp kışlaya çekilmiş olan asker, kışladan çıkarak siyasete müdahale gerekçesi bulabilir miydi?

. “Darbeler Tarihi”nde belirtildiği gibi; NATO etkisi olmasaydı Mustafa Kemal Atatürk’ün ordusunda yönetimi kesintiye uğratma düşüncesi ortaya çıkar mıydı?

. “İbret alınsaydı, tarih hiç tekerrür” eder miydi ve 22 Şubat 196 21 Mart 1963 kalkışmaları, 12 Mart 1971 ile 12 Eylül 1980 darbeleri olabilir miydi?

. 28 Şubat gövde gösterisi cüret bulur muydu?

. 25. Genelkurmay Başkanı’nın sonucu itibarıyla avantaj sağlayan mektup muhtıra olur mıydı?

. Başbakan ile Genelkurmay Başkanı, Dolmabahçe’de “mezara giden sır” ile neyin gizlendiği bilinmez miydi?

. Ve maalesef, siyasetçi ihtirası olmasaydı 15 Temmuz yaşanır mıydı?

Öyleyse bu yakın geçmişi hatırlatmak tarihten ders almak anlamında mıdır? Yoksa azmettirmek denerek çarpıtmak mıdır?

“Başbakan yardımcısına (B. Arınç’a) suikast düzenleniyor” denerek devletin mahremine girildiği şekildeki yeni bir senaryo mudur?

“Hain hoflu olur” misali, muhalif her söz ve eylemi darbeci zihniyet zalimliğiyle baskılamak, halk iradesine saygı ile uyuşur mu?

Söyleyecek haklı söz bulamayanın güç ve baskı ile haklı olması olanaklı olur mu?

Bastırılmış duyguların kin yaratacağı bilinmiyor mu?

Ya da kendileri dışında herkesi aptal yerine koymak mı oluyor?

Hepsi bir yana da; Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun muhalefeti aşağılayarak; “seçimi kazansanız da size verilecek mi” ifadesi nereye konacaktır?

Hiç ibret alınsaydı tarih tekerrür eder mi?

***

DERİN DEVLET NEDİR, KİME YARADI?

Her devletin silahlı kuvvetleri, devletin bekası için vardır.

Her devlet, bağımsızlığını ve güvenliğini sağlamak için görülen, görülmeyen önlemler alır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti de NATO sürecine kadar sadece kendisine güvenerek tam bağımsızlık anlayışıyla gerekli tedbirleri almıştır.

Bu nedenle İkinci dünya savaşı dışında kalmayı başarmıştır.

Osmanlı Devleti “hasta adam” olarak nitelendiği dönemde bile “sivil savunma” anlamında organizasyon yapmıştı. Mondros Mütarekesi ile teslim olduktan, orduyu terhis edip silahları bıraktıktan sonra; günümüz “kozmik odası” organizasyonuyla belli yerlere silah gizlemişti.

Kuvayı Milliye; Bandırma’daki “Çerkes” kardeşler çiftliğinde gizlenmiş silahları alarak İzmir-Aydın cephesinde kullanarak işe başlamış idi.

Türkiye Cumhuriyeti de “Seferberlik Dairesi” olarak sivil savunmasını organize etti.

Kuzey Atlantik Organizasyonu (NATO), 4 Nisan 1949 tarihinde 12 ülke tarafından kuruldu. Bu Antlaşma’ya, sonraki süreçte 17 devlet daha katıldı. Bunlardan biri olan Türkiye de, Kore’ye asker gönderme sonrasında, 1952 yılında kabul edildi.

NATO süreciyle devletin özel ve gizli olan önlem organizasyonu; NATO istekleri doğrultusunda düzenlenmeye başlandı. NATO üyesi devletlerde bir “derin devlet” kavramı ortaya çıkmasına yol açacaktı. Çünkü devleti yönetenler değil, NATO kontrollü bir yönetim başlamıştı.

İkinci dünya Savaşı sonrasında dünya; “doğu” ve “batı” bloku olarak iki cepheye bölündüğünde; “Soğuk Savaş” dönemi başladı.

Batı bloku vurucu organı ABD patronajındaki NATO; Doğu bloku vurucu organı da Sovyetler Birliği patronajındaki VİYANA Paktı idi. NATO’nun illegal örgütü olarak da Gladio (stay behindgeride kal); üye devletlerde oluşturulmaya başlandı.

Amansız bir gerilim politikayla üye devletler birer piyon konumuna sokuldu.

Batı Bloku patronu Amerika, “Komünizm önleme” sloganıyla geliştirdiği konsept içinde Türkiye’yi bir “ileri karakol” haline getirerek stres içine soktu. Darbeler sürecinin başlaması koşullarını yarattı.

Sovyet yayılmacılığını önlemek savıyla aslında Amerikan yayılmacılığı meşrulaştırılıyordu. Komünizm ile Mücadele Dernekleri ve “Yeşil Kuşak Projesi” konseptiyle Türkiye yurttaşları birbirine düşman yapıldı. NATO ile VARŞOVA arasındaki gerilim arenası, Türkiye oldu.

İsrail karşısında Filistin’in, Amerika ve Avrupa karşısında Libya’nın geliştirdiği “gerilla” mücadelesi; NATO’yu karşıt organizasyona yöneltti. “Kontrgerilla” ortaya çıktı.

97. dönem yedek subay öğrencisi olduğum 1968-1969 yıllarında askeri okullarda “kontrgerilla” dersi konmuştu. İstihdam okulunda bu derse gelen öğretmen; babayiğit bir Binbaşı idi.

1970’ler Türkiye’sinde gençlik, sol-sağ olarak ajite edilip vuruşturarak Komünizm önleniyordu!

Türk siyaseti; Ermeni diasporası ve Rum megaloideası özlemleri doğrultusunda uygulanan ambargolar karşısında ekonomik bunalım içine düştü. Türkiye kaosa sürüklenirken parti çıkarları öne çıkarılırken; Seferberlik Dairesi de “Özel Harp Dairesi”ne dönüştürüldü. Kozmik Oda adlı plan ve arşiv kurumu oldu.

NATO’nun devlet içinde devle olma anlayışının İtalya’daki adı Gladio, Yunanistan2da B-8SheepSkin (koyun derisi), Belçika’da SDRA-8, Hollanda’da NATO Command, Batı Almanya’da Stay BehindSword (kılıç), Avusturya’da Schwert (kılıç), Fransa’da Vent Rose (rüzgar gülü), İspanya’da GAL (anti terör kurtarma grubu), İngiltere’de Secret British Network (gizli İngiliz ağı), Türkiye’de Seferberlik Tetkik KuruluÖzel Harp dairesi oldu. Başbuğ; kitabında bu odaklara dikkat çeker.

Devletlerin teröre karşı yaptığı “kont-gerilla” organizasyonları; NATO’nun “Gladiosu” halini aldı. Devlet içinde karanlık bir güc konumuna ulaştı. “Derin Devlet” olarak nitelendi. Faili meçhul olayların faili oldu.

Bir antidemokratik dönem yaşanır oldu!

***

KAYYUM REKTÖR DE GÖRDÜK

Her darbe gibi, “27 Mayıs” da demokrasiyi kesintiye uğratmıştır. Ancak gerçekleştirdiği “61 Anayasa” da dünyanın en çağdaş ve özgürlük anayasası oldu.

Bu anayasa ile TBMM; meclis ve senato olarak oluştu. Kuvvetler ayrılığı gerçekleşti. Sayıştay, Danıştay, Yargıtay özerk niteliğe kavuştu. Anayasa Mahkemesi kuruldu. Üniversiteler, kendi yöneticisini seçme hakkına kavuştu. Basın, otokontrol ile demokrasinin 4. Kuvveti olma özgürlüğü kazandı. Örgütlenme, gösteri, vicdan ve fikir özgürlüğü gerçekleşti.

Ne yazık ki siyasetçiler, böyle bir anayasanın gerektirdiği olgunluğa varmamışlardı. “Bu anayasa bu vücuda bol geliyor” yorumları başladı. Bunun sonucu da 12 Mart 1971 darbesi oldu!

61 Anayasası, çağdaş demokratik olgunluğa erişmemiş yönetim anlayışına göre budandı.

Üniversite yönetimlerine öğrencilerin katılma hakkı geri alındı.

Kolluk kuvvetlerin Üniversite yönetiminin izni olmadan kampüslere girme uygulaması getirildi.

Bütün bunlar bile, hükümet edenleri tatmin etmemişti.

12 Eylül darbesiyle devede kulak şeklinde kalan hak ve özgürlükler ile üniversite özerkliği de yok edildi. Kurulan RTÜK ile basın-medya, YÖK ile Üniversiteler vesayet altına alındı.

Rektörler, üniversite öğretim üyelerinin oylarıyla belirlenen ilk üç kişinin YÖK tarafından Cumhurbaşkanı’na sunulması ve birini ataması ile belirleniyordu.

Bu durum bile hükümet edenleri tatmin etmemişti.

Aranan fırsat, “15 Temmuz” ile geldi. Vesayete karşı olduğu iddiasıyla iktidar olan AKP yönetimi; eskiye rahmet okutan bir vesayet oluşturmayı başardı: Artık rektörler, sadece siyasi yönetim tarafından seçilir oldu.

Nitekim Boğaziçi Üniversitesinde yaşanan, siyasetçinin vesayetçi anlayışını ortaya koymaktadır. O üniversite dışından ve iktidar partisiyle illiyeti olan biri (Melih Bulu), rektör olarak atandı. Türkiye’nin saygın üniversitelerden biri olan Boğaziçi’ndeki öğretim üyelerinin tamamı zımnen aşağılandı.

Tamamı 12 Eylül darbesinden sonra doğmuş olan öğrenciler bile, bu emrivakiyi sindiremiyor. Fakat hükümet ile yandaşları bunu bile acımasızca çarpıtmaktadır.

“Birkişi” ucube yönetim sistemi; 61 Anayasası’nın hak ve özgürlüklerini tatmamış gencecik çocukları bile şaşırtmaktadır! Kayyum atar gibi rektör atanmasını anlayamıyorlar…

Hükümetin öğrencileri polis baskısı ile sindirme, sabahın köründe ağır silahlara donatılmış timlerle evler basması karşısında vicdanı sızlayanlardan biri olan İstanbul Üniversitesi eski rektörü Mesut Parlak şunları söylüyor:

“Ben rektörlük yapmış bir akademisyen olarak merak ediyorum. Boğaziçi Üniversitesine atanan bu yeni rektör arkadaşımız nasıl rektörlük yapacak? Huzuru olmayan yüksek prestijli bu kurumda bilimsel üretim, çok kısa sürede kim bilir nerelere düşecek! Protesto eylemlerinde öğrencilere polisin takındığı tutum içimi acıttı. Niye mi? Çünkü geçmişteki öğrenci olaylarında rektör istemediği sürece polisler kampüse giremezdi. Yani, rektör bir yerde öğrencileri koruma hakkına sahipti. Sizler de çok iyi hatırlasınız: 2 soru soracağım. 1) Geçmişte türban yasakları dolayısıyla her Cuma Beyazıt meydanında toplanan kızlarımıza hiç polis operasyonu yapılmış mıydı? 2) Peki o kalabalık içinde kızlara –sen hangi üniversitedensin- diye sorulmuş muydu? Cevabım, hayır. Hele hele sabaha karşı kapıları kırılarak gözaltına alınmalara ne demeli!”

Prof. Ergin Kısakürek de dünyadaki ilk 500 içine girememiş bir kimsenin ilk 500 içindeki bir üniversiteye rektör olmasının garabetini belirtiyor.