Milli Mücadele ve Misak-ı Milli (milli sınırlar), 22 Haziran 1919 günlü Amasya Tamimi ile hem dünyaya ve hem de İstanbul’a duyuruldu. Bu duyuru ile amaçlanan yönetim şeklinin “Cumhuriyet” rejimi olacağı da ihsas edilmiştir.

 Baştan sona kadar Mustafa Kemal Paşa’nın yanında olan emir subayı Mazhar Müfit; Paşa’nın Erzurum’da kendisi ile yakın çevresine; “açıkça söyleyeyim: Şekli hükümet, zamanı gelince Cumhuriyet olacaktır” dediğini anılarında belirtir.

 22 Eylül 1923 günü ise; Mustafa Kemal Paşa Viyana’da yayınlanan Neue Freie Presse gazetesi muhabirine devletin şekli ile ilgili açıklamada bulunur. Akşam gazetesinin ertesi gün sayfalarına taşıdığı habere göre demeçte; “Türkiye’nin dahili tekamülü tamamen bitmemiştir. Tadilat vuku bulacak, Cumhuriyet esasına müncer olacaktır” denmiştir.

     Vatan Gazetesi de “neye şaşırıyorsunuz” başlıklı haberinde; “bugüne kadar mevcut devlet sistemimiz zaten Cumhuriyet ile ifade edilir” diye yazar.

     İngiliz amiral John Michael Robeck de 17 Eylül 1923 günü Dışişleri Bakanı L. Curzon’a gönderdiği raporda; “Türkiye’deki gelişmeler Cumhuriyete yöneliktir” tespitinde bulunmuştur.

     Bunlardan da anlaşıldığı gibi, Cumhuriyet “aniden” ilan edilmiş değildir.

***   ***

     “Arkadaşlar yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” cümlesinin söylendiği 28 Ekim 1923 akşamı öncesinde yaşanan gelişmeler; Amasya Genelgesi’nde defakto olarak belirtilen durumun fiiliyata geçme zamanının geldiğini belirlemiştir.       

     29 Ekim 1923 günü saat 18’de toplanan TBMM; saat 20.45’e kadar hem Cumhuriyet’in ilanı ve hem de ilk cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal’in seçildiği kararlarını almıştır.

     Halbuki Samsun’dan önce İstanbul’da Milli Mücadele (Anadolu Kurtuluş Savaşı) planlamasını birlikte yapan çekirdek[1] kadro arkadaşlarının bazısı (Rauf ve Refet beyler); Mustafa Kemal Paşa’nın aksine saltanattan yanadır. Buna rağmen Cumhuriyet’in ilan edilmesi, oybirliği ile gerçekleşir.

     Cumhuriyet ilanına ilişkin kanun tasarısı; üç ay önceden hazırlanmıştır. Bu yüzden basında bir çok polemik yaşanmıştır. Muhalifler, halkı korkutuyordu. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, 5 Ekim 1923 günü Halk Fırkası Büyük Divanı’nı toplar. Fethi Okyar, “Başbakanlığa daha yoğunlaşmak için Dışişleri vekilliğinden istifa ediyorum” der. Bunun üzerine hem boşalmış olan Dışişleri ve hem de Dahiliye vekillikleri için seçim yapılması gereği ortaya çıkar. Bunu ifa etmek için Halk Fırkası Meclis Grubu 25 Ekim günü toplanır. Mustafa Kemal Paşa’nın önerdiği adaylar seçilmez. Meclis 2. Başkanlığına Rauf Bey, Dahiliye vekilliğine Erzurum mebusu sabit Bey seçilirler.

     Bu durum; Cumhuriyet ilan çalışmalarına karşı olanların fırsatçılığı ve tepkisi olarak yorumlanır.

     Hem TBMM, hem Halk Fırkası Genel Başkanı olan Gazi Mustafa Kemal Paşa; “devrimciler” ile “reformistler” arasında çatışmanın büyümesini önlemek için harekete geçer.

     Kabine istifa eder.

     Halk Fırkası Yönetim Kurulu yeni kabine belirlemek üzere 28 Ekim günü toplanır.

     Her bir vekil, ayrı ayrı oylanarak seçiliyordu. Tartışmalar zaman kaybından başka bir işe yaramıyor; kabine kurulamıyordu.

     Mustafa Kemal Paşa, oturumun sona ermesinden sonra “çekirdek kadro” olarak bilinen 7 arkadaşı Çankaya’ya çağırır. Toplantı, gecenin geç vaktine kadar sürer. Durum müzakere edilir. Dağılırken; “arkadaşlar yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz” der.

       Ertesi gün, Adliye vekili Seyit Bey’in hazırlamış olduğu Cumhuriyet’in ilan edilmesine ilişkin kanun tasarısı, Rauf Bey tarafından okunarak TBMM müzakeresine sunulur. İki buçuk saat süren müzakerelerden sonra oybirliği ile kabul ve top atışlarıyla ilan edilir.

***   ***

     Cumhuriyet ilan edildiği sırada, 600 yıllık imparatorluğun küllerinden doğmuş olan Türkiye Devleti’nin hali, harap idi. 1911’de Trablusgarp’ta başlayan savaş süreci; Balkan, Dünya ve Kurtuluş savaşlarıyla aralıksız sürmüştü. Ana topraklar olan Anadolu yakılıp yıkılmış; yetişkin insanlar yok edilmişti.

      Eğitim, yok denecek gibiydi. Ne fabrika, ne ulaşım şebekesi (yol) vardı. Frengi, verem, Trahom ve sıtma ile yurttaşlar kırılıyordu. Memleket üç beyazdan bile yoksundu. Yunanistan’dan sonra Libya ve Balkan savaşıyla Karadağ, Sırbistan, Bulgaristan (1912) kaybedilmişti. 1. Dünya savaşıyla Avrupalıların “hasta adam” diye alay ettiği Osmanlı Devletinin Asya ve Afrika’daki toprakları elden çıkmış. Anadolu da büyük ölçüde işgale uğramışlığın izlerini taşıyordu.

        60 yaşındaki padişahın İstanbul’da kapattığı Meclis-i Mebusan; 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM olarak toplanmış; kurtuluşu ve kuruluşu gerçekleştirmişti.

       Lozan antlaşması daha imzalanmamıştı.

       Mudanya Ateşkes anlaşmasından sonra Sultan Vahdettin; İşgal altında evlendiği 18 yaşındaki       4. karısı ve bütün ailesiyle birlikte bindiği İngiliz gemisiyle yurdu terk etmişti.

      “Yurtta sulh, cihanda sulh” anlayışıyla Türkiye Cumhuriyeti; eğitim ve ekonomik alanda seferberlik ilan ederek kalkınmada atılım yapar. Mazlum ülkelere özgürlük rehberi olur. Dünyanın en saygın düzeyine ulaşma atılımlara girişir. Gerçek anlamda mucize yaratır.

      Ya bugün?

***   ***

      Cumhuriyet’in 98. yılının kutlandığı bugün; dünya genelinde Türkiye’nin saygınlığı tartışılıyor!

      Başbakan iken Recep T. Erdoğan; “Rabbim bizi kavimler halinde yaratmış. Herkes farklı kavimde. Ama birbirine üstünlük taslamamış. Bakıyorsunuz Türk olmakla üstünlük taslıyor. Niye üstünlük taslıyor, geç o işi. Sen ille onu Türk Milleti diye dayatırsan, öbürü de Kürt Milleti der. Diyorlar ki Türk Milleti hepsini kavrar. Hayır kavramaz. Millet kavramının önüne etnik bir unsuru koyarsanız, ayırımcılık olur…” diyerek Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik temelli olmayan anlayışını ret etti. Buna göre “ne mutlu Türküm diyene” cümlesinin bir anlamı olamazdı!

     Oysa etnisite ve inanca dayalı imparatorlukların dönemi çoktan sona ermişti. Demek ki Osmanlı Devleti’nin dramatik sonu bile hala ibret olmamış!

     Bu çağda etnik ve inanç farklılıkları ısıtarak siyaset yapmak; akıl işi değildir. Özellikle tarih boyunca çeşitli medeniyetlere beşiklik yapmış ve o nedenle bugün medeniyetler müzesi konumunda olan Anadolu gerçeğine ise, hiç uygun değildir.

      Üretmeden tüketmeye alışmış bir ruhban sınıf anlayışıyla; ne “muasır medeniyetler seviyesine” ulaşılır. Ne de akıl ve bilim yerine doğmalar koymakla çağdaş olunur. Olsa olsa, salt bir hanedan saltanatı uğruna, koca bir imparatorluğun feda etmek gibi bir sonuca gidilir!

      Cumhuriyetin bir kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı; saltanat dönemi “meşihat” ve “ulema” anlayışına soyunmuş bulunuyor. Bir ruhban sınıf yerleştirmeye çalışıyor. İslami tevhitin merkezi olması gereken ibadethaneleri, siyasetin alanına çeviriyor. Siyasetçilerden de cüret ediniyor. Din hizmetleri görevlisi olmak yerine siyasi parti yanlısı topluluklar oluşturuyor.

       Bu yüzden iktidar partisinin Türk Tarih Kurumu başına getirdiği -layık olmayan- şahıs da aynı anlayışla pervasızca açıklamalarda bulunuyor: “Yurtta sulh, cihanda sulh gibi sözler, 100 yıl geride kaldı. Biz istersek Musul ve Kerkük petrollerini alabiliriz. Çünkü oralar, Abdülhamit’in mülkü idi. Uluslararası hukukta kişilerin mülküne dokunulmaz. Oraları alabilmek için önce Osmanlı hanedanının Türkiye’de kamulaştırılan mallarını iade etmeliyiz” diyor.

      Ama nedense Abdülhamit’in mirasçısı olan Vahdettin’i unutuyor. Musul ve Kerkük, Vahdettin’in imzaladığı Mondros Mütarekesi ardından İngilizler tarafından işgal edildi. Vahdettin de, aynı İngilizlere ilhak ederek yurdu terk etti. Bu gerçeği bile bilmeyecek kadar tarih ve ilim cehaleti ortaya kondu.

      Bir diğeri de; “gençlere Osmanlıca öğretmek gerekir” diyor. Arapça ve Farsça karışımı olan sarayın eklektik dilini; özgün ve bağımsız bir dil sanacak kadar kör cehalet gösteriyor!

      Bu devletin parası ve makamı ile onu karanlık orta çağa sürüklemek azim ve amacı; ne yamanbir ihanettir!

      Ya Rab; ne günlere kaldık!

***   ***

     Yüz binlerce şehidin kanıyla “tam bağımsız” bir devlet onuruna kavuşmuş olan Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri; 98. Kuruluş yılında Davos’da itibar arıyor.

      İsviçre’nin kent standardına ulaşmış bir köyü olan Davos; dünyada ekonomisi gelişmiş, yıllık cirosu 5 milyar doları aşmış 20 ülkesinin, periyodik olarak “G 20” toplantısını yaptığı yaptığı yerdir. Dünya elit ülkelerinin siyasi liderleri, küresel şirketler, ünlü ekonomistler, etkin sivil toplum örgütleri, dini kuruluşların temsilcileri vb, bu “Ekonomik Forum’a” davet edilir. Katılımcıların sayısı üç bini aşıyor. Her yıl 29 Ekim’de toplanırlar. Küresel dünyanın nasıl yönetilmesi gereklerini görüşürler.           

       Öncesinde ise, sadece Ocak ayında G 20 toplantısı yapılır.   

       Toplantının resmi adı, kısaca WEF’dir. İngilizce olarak “World Economic Forum” olarak söylenir.

       Türkiye; Partili Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ın moderatör David İgnatus’a “vin minute” diyerek ayar verdiği 29 Ekim 2020’den sonra katılmıyordu. Erdoğan; İsrail Başbakanı Şimon Perez’i eleştirerek şöyle konuşmuştu: “10 Emir’in 6. maddesi –öldürmeyeceksin- der. Siz çocukları öldürmekten başka bir şey bilmezsiniz (…) Benim için bundan böyle Davos bitmiştir…” deyip Davos’u boykot ettiğini ilan etmişti.

       O günden sonra Erdoğan’ın katıldığı ilk toplantı; Ekim 2021 toplantısı oldu. “Türk Evi”ni açmak ve BM toplantısına katılmak için gittiği Amerika’da Başkan Biden ile görüşememişti. Davos’a görüşme olanağı bulmak amacıyla gittiği söyleniyor. Nitekim Roma’da görüşme gerçekleşince,  Glaskov’dski “İklim” toplantısına katılma gereği duymayarak döndü. Bu davranış hem iç, hem dış kamuoyunda “ABD Başkanı ile resim vermek için gitti” şeklinde yorumlara neden oldu.

     Recep T. Erdoğan; 2003 yılında AKP Genel Başkanı, 2005 yılında Başbakan olarak da Davos’a gitmişti. Her seferinde Yahudi kökenli George Soroz ile görüşmüş. Yatırım yapmak için Türkiye’ye çağırmıştır (eski AKP’li olan Ahmet Davutoğlu ile Ali Babacan da doğruladı) .

     Oysa “AkbabaHedge” fonu spekülatörü, “Açık Toplum Vakfı-OSF” başkanı olan Soroz; zaten 2001’den beri Türkiye’de idi. Türkiye’deki OSF şubesi durumundaki TESEV başkanı da Can Peker’dir. “Geriye Bakmak Yok” adlı kitabında TESEV olarak Sümeyye Erdoğan’a burs verdiklerini açıkladı.

     Bir siyasetçi olarak Recep T. Erdoğan; G. Soroz’un Yahudi-Siyonist çizgide olduğunu; “Açık Toplum Vakfı” ile çeşitli ülkelerde darbeler, kumpaslar tezgahladığını bilmiyor değildi. Çünkü 1998 yılında Slovakya’da, 1999 yılında Hırvatistan’da, 2000 yılında Sırbistan’da, 2003 yılında Gürcistan’da 2004 yılında Ukrayna’da yapılan kumpaslar ortaya çıkmıştı. Ardından da “Turuncu” ve “Gül” gibi renkli devrimler gerçekleşmişti. Kosova ve Makedonya’daki girişimleri ise; “SOSSoroz Operasyonu durdur” çağrılarıyla sonuçsuz kalmıştı.

      Aslında Türkiye’deki “28 Şubat” olayı da bir “Soroz operasyonu” veya “küresel güçler” eseri olduğu öne sürülür: Çünkü küresel lobilerin “Milli Görüş” temsilcsi Erbakan’ı tasfiyeye çalıştığı söylentisi yaygınlaşmıştı. Gerçekten de Necmettin Erbakan; sırtından vuruldu. “Gömlek” çıkararak parçalamayı gerçekleştirenler; bir proje parti (AKP) kurarak tasfiyeyi gerçekleştirdi.

      2001 yılında kurulan AKP, oturup kalkıp “vesayet” diyordu. Türkiye ekonomik kriz yaşıyordu. Ecevit liderliğindeki Koalisyon; çare olarak Kemal Derviş’i getirmişti. Yıpranan sadece hükümet değil, rejim idi. AKP yönetiminin salvoları sürdürüyordu. Küresel güç; laik Cumhuriyeti, kurucu irade ve TSK’yi; “vesayet” diyerek tartışmaya açmıştı. Soroz, ya da “dış güçler” işbaşı yapmıştı. Ardından AKP-FETÖ koalisyonu işbaşına geldi.

     AKP ile FETÖ birlikteliğini sağlayan irade ne veya kim idi?

     AKP iktidarı; dikeni FETÖ eliyle mi çıkarıyordu?

     Paylaşım anlaşmazlığı başladığı güne kadar ikilinin ortaklık ve işbirliği sürdü. 7 Şubat 2012’de yumruk gösteren FETÖ, 1725 Aralık’ta yumruğu vurmaya çalıştı. 15 Temmuz’da ise;  nakavt etmek üzere kroşe yumruk indirdi. Büyük ortak, şaşkınlığı atladıktan sonra “Allah’ın lütfu” olarak fırsata çevirdi.

     Balyoz ve kumpas davalarıyla alabora edilen TSK mıydı vesayetçi? FETÖ ve arkasındaki karanlık odaklar “dış güçler” ile Soroz muydu?  

      Hem Genel Başkan, hem Başbakan olarak Recep T. Erdoğan; şimdiki aşamada Soroz’u “tü kaka” ilan etti. Onunla görüştüğü varsayılanları suçluyor.                 

      AKP iktidarı, toplumu 12 Eylül’den daha suskun ve tepkisiz hale getirmiştir. “Gezi” ile başlayan toplumsal tepki-uyanış; iktidarı yıkacak hareket olarak damgalandı. Kurban da, Sorozcu olarak itham edilen Kavala seçildi. Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları mahkemeleri kararlarına rağmen; açık suçlayan bir iddianame olmadığı halde, yıllardır tutuklu tutuluyor. Uygar devletler nezdinde Türkiye; önemli itibar kaybı yaşıyor!

     Ne yazık ki hala Türkiye değil, iktidar önemli görülmeye devam ediliyor!...


[1] Çekirdek kadro; Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet Bey, Ali İhsan (sabis) ve Ali Fuat (Cebesoy” beşlisidir. İsmet (İnönü) ile Fevzi (çakmak) beyler ise; İstanbul’daki görevleri tamamladıktan sonra Ankara’da dahil olurlar.