Anadolu insanı namus, onur ve itibar konusunda ödün vermezdi. “Evine gitsen oturacak çul bulamazsın, ama adamın selamının gittiği her kapı sonuna kadar açılıyor” derlerdi. Ahlakı ve inancı gerçek olan o insanların “itibar” tarifi böyleydi. Bunu en büyük zenginlik sayardı.

Çünkü bu insanlar, Osmanlı'nın 12 yıllık aralıksız savaşları sürecinde varını, yoğunu ve insanını yitirmiş. Dulu, yetimi, sakatı ile yangın yerinde tam özgür bir devlet kurmuşlardı. Üç beyaza muhtaç “ümmet” toplumu olmaktan, saltanatın borçlarını bile ödeyen onurlu yurttaşlar toplumu olmuşlardı. Gerçek ahlak, inanç ve yurtseverlik sahipleri olarak on yılda “Türk Mucizesi” yaratmışlardı.

Böylesi insanların çocukları olan ikinci kuşak; “yerli malı üret, yerli malı kullan” sloganıyla ülkenin tarım, sanayi ve eğitimde gelişmesini sağladı. İkinci dünya savaşı koşullarına rağmen geleceğe inançla yürüdü. Hukuk toplumu olma yolunda çok partili demokrasiye geçti.

Demokratikleşme sürecinde demokratik örgütlenme bayrağını yükseltti. 1948’lerde başlayan sendikal örgütlenme; 1950’lerde konfederasyon boyutuna yükseldi.

“Kara taşımacılık” işkolunda okur-yazar Mehmet İnhanlı ile ilkokulu dışardan bitiren Hüseyin Pala; 1948’lerden itibaren iş kolu sendikal örgütlemenin öncüsü oldular. TÜMTİS sendikasını kurdular. İş kolunun az üyeli olmasına rağmen en saygın sendikasını var ettiler. Konfederasyonun (1964’e kadar tek konfederasyon) kurulmasında öncü oldular.

Sendikalar, çağdaş demokratik toplumların emeği koruyan, sosyal devlet ilkelerinin işyerlerinde uygulanmasını sağlayan, işyerlerini denetleyen örgütlerdir. Bu yüzden denetimden hoşlanmayan, sosyal devlet ilkesi yerine “himmet” ilkesi uygulayan yönetici ve işverenler sendikalardan haz etmezler. İşbirlikci sendikacılar ve “sarı sendika” ile sömürü ve istismarı sürdürmek isterler!

Bu gerçeğin bilincinde olan idealist sendikacılar, her şeye rağmen gerçek sendikacılık için direndiler. Demokratik örgütleme kadar “sandık”a da inanıyorlardı. Nitekim Mehmet İnhanlı, seçimle Genel Başkanlığı, Başkan vekili Hüseyin Pala’ya bırakarak emekli oldu. Kız kardeşiyle, yaşamının sonuna kadar Bursa’da yaşadı.

Genel Başkan olarak Hüseyin Pala; örgütlü olduğu işyerlerinde yaptığı toplu iş sözleşmeleriyle üyelerinin yaşam koşullarını oldukça yükseltti. İşçinin yönetime katılmasını ilkeleştirdi. Çalışma yaşamında “TÜMTİS’in işyerleri için “Türkiye’deki Almanya” denmeye başlandı. Sözde sendikacılar ile işverenler rahatsız oldu.

Nitekim İstanbul Belediye Başkanı İETT çalışanlarının bir başka sendikaya geçmelerini organize etti ve toplu iş sözleşmeyi savsakladı. Bunun üzerine eyleme geçen işçiler, İETT Genel Müdürlüğü ile Belediye binalarını işgal ettiler. “Parayı değil Pala’yı istiyoruz” diye haykırdılar. Yeni bir örnek toplu iş sözleşmesi, bundan sonra imzalandı.

Ancak tipik işveren karakterli belediye başkanı ile partisinin bakanı, TÜMTİS’in şahsında Pala’ya düşmanlık yöneltti. Ankara’daki Büyük Kulüp’te ihtirascı sendikacılarla siyasetçiler işbirliği yapmak, Pala’nın sendikasını küçültme konusunda anlaştılar. “İş kolları Yönetmeliği” değişikliği planladılar. Düzenlenen iş kolları yönetmeliği ile birçok sendikanın üyeleri, “genel” işkoluna kaydı. Bu yüzden birçok işçi, iş kolunu ve dolayısıyla sendikasını yitirdi. Çalışma yaşamında bir kaos ve bu nedenle üye yitiren sendikalar ile bunlara kapmak isteyenler arasında bir mücadele başladı.

TÜMTİS Genel Başkanı Hüseyin Pala, TÜMTİS sendikası üyeliğini yitiren üyelerini genel hizmetler işkolunda örgütlemek için harekete geçti. Türkiye Genel-İş adıyla yeni bir sendika kurdu. İş kolu değişen üyelerini bir çatı altında topladı. Benzer şekilde üye yitiren diğer sendikalar da yeni iş kolunda mahalli sendikalar kurdular. Hükümet işveren ile işbirlikçi sendika karşısında Hüseyin Pala’nın Genel Başkanlığında BİF (Belediye İşçileri Federasyonu) adlı federe birliği sağladılar.

Genel Başkan olarak Hüseyin PALA, üye yitirmiş olan TÜMTİS sendikasını, onurlu geçmişine yakışan şekilde örgütledi. Bu süreçte BİF’in de “milli sendikacılık” ilkesine göre dönüştürmeyi planladı. Yapılan kongre; BİF’in “Belediye-İş” adıyla milli tip sendika olmasına ve kurucu başkan H. Pala’nın genel başkan olmasına karar verdi.

Hüseyin PALA, bu süreçlerde tek bir yerden maaş aldı. Bu maaş da, İETT iş yerlerinde bağıtlanan toplu iş sözleşmesiyle sağlanan en yüksek ücrete eşit bir rakam idi. Bu durum da sendikacılığı çıkar için yapanları rahatsız etti.

Belediye-İş sendikası ise, kısa zamanda iş kolunun en büyük sendikası haline gelmişti. İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük kent belediyeleri dahil 600’ü aşkın belediye işyerlerinde örgütlenmişti. Partiler üstü politika anlayışıyla emeğin savunuculuğunu sürdürmüş, üye sayısını 165 bine yükseltmişti. 63 ilin 58’inde 2-3 profesyonel sendikacının olduğu ve 3-7 memurun çalıştığı şubeler kurmuştu. Yüksek rakamlı bir “grev fonu” oluşturulmuştu.

Pala; sendikal yaşamı boyunca amatör ruhla görev yaptı. 1957 yılında yeni kurulan bir gecekondu mahallesinde borç-harç yaptığı gecekonduda ikameti sürdürdü. Ancak 1976’da, kooperatif yoluyla bir daire sahibi oldu.

18 Ağustos 1988 günü “toprak ana” kucağına sırlandığında, eşine kooperatif kredisi borcundan başka bir varlık bırakmamıştı.

Örnek bir aile babası ve idealist bir sendikacı olarak “Meydan La Rousse” ansiklopedisinde yer alan ilk ve son Türk sendikacı oldu.

Türk işçisinin “namus” ve “itibar” sözcüklerinden anladığı; liderleri olan Hüseyin Pala’nın yaşam tarzıydı. “İtibardan tasarruf olmaz” anlayışının geçerli kılındığı, mutfaklarda yangınlar ile işsizler ordusunun büyüdüğü, akşamdan sabaha köşe dönmenin özendirildiği şimdiki ortamda; değerlere sahip çıkma duyguysu kalmadı.

Atatürk’e bile nankörlük yapan çıkarcı bezirganlar; Mehmet İnhanlı ile Hüseyin Pala gibi yurtsever idealistlere vefa gösterecek değiller ya!

O anlayıştan günümüz anlayışına toplumun nasıl evrildiği izaha muhtaç değil mi?

Hani denir ya; neredeeeen nereyeee…

Vefa ve onur; haram makam ve kazanca tercih edilmektedir. O nedenle emekçilerin ve emekçi halkın yaşadığı koşullar ağlatıcıdır. Ve sendikaların birer Dar’ül Aceze’ye dönüşmesi olağan görülüyor.

O yüzden halk hala; mutfak ve pazarların ormanlar gibi yanmasının, sellerin deprem gibi yıkıcı olmasının, işsiz babaların intiharlarının, gençlerin yurt dışı için hayal kurmalarının, beton ve saray ekonomisiyle duvara toslamanın, hukuk ile TBMM’nin kadük ve demokrasinin iğdiş edilmesinin, deizm yükselmesinin nedenlerini kavrayamıyor; karşısında şaşkınlık yaşıyor!

Aslında her şey 12 Eylül ile başladı: Darbeci generaller bir Anayasa (1980) yürürlüğe koymuştu. İşveren Sendikaları Başkanını; “hep biz ağlıyorduk biraz da onlar (işçiler) ağlasın” diyecek kadar sevindirmişti.

Ne yazık ki o günün sendikacıları, daha mürekkebi kurumamış o Anayasa’nın işyeri delege seçimleri ile ilgili maddesini değiştirmeyi başardılar. İşyeri delege seçimlerinin hâkim güvencesinde yapılmasını önlediler. Sendikaların bugünkü gibi emeklilere astronomik maaş ödeyen, işverenlerin gönlüne göre işleyen kurumlar haline gelmesinin taşlarını döşediler.

Onun içindir ki devrin hükümeti, Türkiye’nin ucuz emek cenneti olmasında beis görmüyor. Parti kökenli bürokratlarına aynı anda birden fazla maaş ödemekte sakınca görmüyor. Ücret ve maaşlara himmet oranında zam vermekten çekinmiyor.

Nasıl olsa işbirlikçi sendikacıların da beton müteahhitleri kadar kendilerinden yana olduklarından emindir!